13 Mart 2009 Cuma

O'na En Yakın Uzaklık

Blog birden bire, 2. haftasında sanırım, 215 gibi bi ziyaretçi sayısına ulaşınca (ben hariç bak sayaç güvenilir) "okuyanlara, yorum yapmayanlara bi teşekkür edeyim" dedim, "ulan kimim ki teşekkür ediyorum" diye de devam ettim. "Anca ben yazılara devam ederim, onlar da kimliklerini gizli tutarak okumaya devam ederler, zaten hiçbir yazar okurunun adını bilmez ki di mi?" diye sordum kendime. Kafamın aşağı yukarı sallanmasından cevabımın "evet" olduğunu anladım.

Telefon susmadan çalıyordu. Uzanmış, huzuru düşünür ve düşlerken açmadan önce telefona "Ne var ulan ne var hiç çalmazsın çalacağın tuttu" dedim. Tanımadığım bi numaraydı en sonunda açtım. "Sayın abonemiz bu bir ödemeli aramadır, arama ücre..." dedi kadın, yüzüne kapatmasam konuşmaya devam da edecekti. "Neden yazılarda hep bi telefon hep bi kapı çalması olayı baş gösteriyor Özer" diyebilirsiniz de. Demeyebilirsiniz de. Ama böyle olması, başlangıca daha bi kasvet katıyor diye düşünüyorum. Yamuluyorsam düzeltin.

Evet, telefon yine çaldı bu sefer hemen açtım ve 1'e bastım. Kabul ettim tanımadığım numaranın ödemeli aramasını. "Selam" diye başladı telefondaki ses "kimi aradınız" dedim. "Tam da seni aradım" dedi. "Kimsiniz" diye sordum, "onu geç boşver, bak süper bi planım var, bu senin yazıları kitap yapalım, adına da "saçmalamamalar" koyalım" dedi. Aslında düşününce güzel geldi, "ama bu herifin yayınevi var ve parası yoksa dandik bi yayınevidir yazılar güme gider, beni neden ödemeli arıyo, bi de telefonumu nerden buldu" gibi sorularla başta güzel gelen düşünce çirkinleşmeye başladı. "Seni ödemeli aradım çünkü iyi bir yazar kitabına kendinden bir şeyler vermeyi en başta göze alır" dedi. Tam da " hass*ktir lan" diyecekken " 'hass*ktir lan' diyebilirsin ama önce kazancaklarını düşün" dedi. Benim hass*ktirim de kursağımda kaldı. Düşündüm telefon bana yazıyodu bu sürede kısa tuttum düşünmeyi ve "oturup konuşalım" dedim. "Ben seni arayıp, yeri ve mekanı söylicem" dedi. Kapattım. Gözlerimi açtım, "lan rüyaymış" dedim. Hani bi yazı da "uykunun çoğu geçmemişse çalan telefon gerçek mi? rüya mı? etkisi/çelişkisi yaratabilir" demiştim. Tam da öyle olmuştu. Bu çelişkiye düşüp rüya olanı seçmiştim. Telefonuma baktım, gerçek hayatta çalmamıştı. Yani çelişkinin doğru tarafına düşmüştüm.

Hiç çalmamıştı o gün, altıma bi pantolon, üstüme de bi tişört alıp dışarı çıktım. Ayrıntıları atlayarak apartmandan çıkışıma kadar geliyorum. Apartmandan çıkıp, kapıda oturan dedeye selam çaktım. "Bugün sokaklarda yürüyecem" dedim kendi kendime. "Belki güzel bi yüz görüp, kendime gelip, unutana kadar gözümü kapatınca onu görürüm" de dedim. Ayaklarım " hassiktir aç herif dön eve git yat" derken, beynim " ya öyle kız kız kız diye bağıran tarzda bi arayış değil lan böyle romantik filmlerdeki gibi yavaş çekimde bi güzel yüz görmek gibi" diyordu. Ve beynimi dinledim. Ayaklar da beynin bi kölesi olduğundan ses çıkaramadılar daha.

Yürüdüm,yürüdüm. Cüzdanımdaki adıma düzenlenmiş olmayan "akbil"imle otobüse bindim. Vapura binip denizler üzerinde yolculuk etmek istiyordum, nitekim bindim de. "Açık alana oturup bi sigara yaktım" desem çok karizmatik gibi görünür bu cümle ama sigara sağlığa zararlı olduğundan, içmediğim ve içmeyeceğim için böyle bi cümle gelmeyecek buraya. Açık alana oturdum. O kadar sağlık ve lezzet düşkünüyümdür ki %100 portakal sucusundan portakal suyu aldım. Martılara simit atıp, kızları etrafında toplayan adamın aksine etrafı bomboş olan bendim. Adama "lan kızlar sana gelmiyo laaaan martılara geliyo" , kızlara ise " kızlar ya martılar adama gelmiyo simitlere geliyo" diyesim geldi çok pis. Diyemedim. Zaten o yavaş çekimde görmeyi umduğum yüzü de hiç birinde görememiştim. Aslında öyle bi surat var mıydı? , var mı? onu da bilmiyordum. Vapurda görmeyince bakalım sokakta şansım nedir diye vapurun yanaşmasına yakın iskele verilmesini bekleyeceğim yere yöneldim. Vapur yanaştı, iskele verilmeden atlamadım riske girmedim. Düşmezdim ama olsun.

Yavaşça yürümeye devam ettim iskeleden çıktım. Aslında amacım yoktu. Ama olursa da yanıma kar kalır dediğim olay gerçekleşirse birden amacım oluşuverecekti. Yürüdüm, yürüdüm. Simitçi gördüm, koktu. Aldım bi’ tane, oturdum bi banka yedim, yerken geçenleri izledim. İzlerken "neden bu telaş" dedim. "Nereye lan insanlar, neden güne 24 saat dediniz ki bu kadar acele etçekseniz neden 45 filan demediniz" dedim.

Bu tarz aslında sana saçma gelecek ama normalde mantıklı düşüncelerle simidimi bitirdim. Oturmaya devam ettim. Derin bir nefesle, oksijenden payıma düşenden daha fazlasını çektim. Zaman kavramı benim için o günlük pek önemli değildi. Kalkıp, ilerde balık tutan adamların yanına gittim. Hepsi hızlı hızlı hareketlerle balık çekiyor, küçükleri geri atıyorlardı. Baktım bi süre. Bok gibiydi şu ana kadar geçirdiğim vakit. Sonra geldiğim yola döndüm eve dönmek için. Kafam önde yürürken maviliğe bakmak, belki yine şükür etmek ve hayranlık duymak için kafamı kaldırdığımda "aha o yüz" dediğim suratın sahibi gözüme çarptı. Yüzünü tarif etmem durumunda senin bile şuan bilgisayarının başından kalkıp peşinden koşabileceğin kişiydi. Tek başınaydı, güzeldi, ağlamaklıydı ve yavaş yürüyordu. Yani sanki onca kişi arasında yavaş çekime alınan bi tek oydu. Telaşsızdı, sakin miydi ? bilmem ama çok güzeldi. Yanına olabildiğince, farketmeyeceği kadar, yaklaştım. "Ne kadar da özenilmiş yahu" dedim içimden yada ben içimden dediğimi sanıyordum. Çünkü birden kafasını çevirip baktı. Duymuştu. Ama ağlıyordu yav resmen. Üzüldüm. Selam verdim ama tanımıyordum ki "ulan kimin nesi şimdi durup dururken de göte gelmeyek" diye mırıldandım. "Hani meleklerin yüzü yoktu yav" dedim salak gibi. Gülümsedi lan. Ama neden direk yazdım ki diye de düşünmeden edemedim.

"Pardon" dedim. Hava kapatmaya başlamıştı güneşi. Yağmur yağacak gibiydi ama aslında yağmaz gibiydi de. Yaz yağmuru yağardı en fazla. O da bi' şey ifade etmezdi. Çünkü asıl yağmur yüzündeydi. Çok şairane oldu gibi he. O gülümsedikten sonra ben bi durakladım tabi "ne yaptım ben" dedim. Komik miydim, aptal mıydım, romantik miydim, neydim ulan?

Bir mendil uzatıp "banka filan oturalım mı ?" diye sordum. Burnunu silerken kafasını salladı, gözleri yaşlıydı ama gülümsemesi bitmemişti. "Ulan neden hemen kabul etti?" diye düşündüm. Ama her halde konuşmaya ihtiyacı vardı. Konuştuk, konuştuk, laf lafı açtı. Neden ağladığını sordum.
Şimdi "neden başta sormadın" dediğinizi duyar gibiyim. Sormadım çünkü sadece ağladığı için onunla konuştuğumu sanabilirdi, sonra anlatıp giderdi, yada boş ver diyip geçerdi.
Neyse olan malumdu, kavga etmişler vesaire. Kendimi "it" hissettiğim ana sebep oldu: Onu ilk gördüğüm zamanki düşüncelerim. Kız başkası için üzülüyor, ben gidip "aradığım" filan gibi şeyler söylüyorum. Bu düşünceler kafamdan geçerken "yüzüne ne kadar fazla baksam gittiğinde o kadar aklımda kalır" düşüncesi onları takip ediyordu. Hava kararmaya başladı. "Kalkalım mı ?" dedi. "Hayır kalkmayalım" demeyi çok istedim. "Bu zaman da dursun. Neden devam etsin ki zaten amacıma ulaşmıştım, o yüze, o tavırlara sahip insanı bulmuştum. Uyusak ve uyanmasaydık". "Nasıl istersen" dedim haliyle.

"Telefonunu versene, ben bu taraftan gidiyorum" dedi. "Ben de burdan gidiyorum" diyecekken telefonu çaldı. Yüzü güldü biraz daha ama bu demin benim sevdiğim, "aha şuna baak" dediğim gülümseme değildi. Daha çok "sevgilimle barışacağız galiba, yaşasın, zaten nasıl ayrılacaktık ki çok seviyoruz birbirimizi, süper bi çiftiz, beni de bu saate kadar sıkılmaktan kurtardığın için sağol yav, çok iyisin" gülümsemesiydi. Uyuz oldum. "Ya ne olacağdı" dedim kendi kendime. O da telefondakine "Tamam kapatayım bilmem nerde buluşalım" diyip bana döndü. "Teşekkür ederim" diyip, elini sıkmam için uzattı. Tereddüt ettim, ama sıktım elini "telefon diyorduk" dedi. "İyi akşamlar, başka zaman" diyip başka da bir şey demedim. Aslında "ulan gün iyi gitti de neden böyle bitti be? Ne biçim sevgilisiniz lan, ayrılacaksanız ayrılın öyle gel, ağla, sızla, masum gül, yavaş yürü, yavaş çekimde görün gözüme" diyesim geldi çok pis. Diyemedim. Eve gidip yattım. Düşünmem 1 hafta filan sürdü sonra "ne gerek vardı ki?" diye sorup kendime, unuttum yüzünü, gülümsemesini.

3 Mart 2009 Salı

Esrarlı Bir Gece Vakti

Gece 2 sularıydı. Bu saatlerde genelde oturur bişeyler çizmeye çalışırım, espri bulursam ne aladır. Bilgisayar açık, winamptaki rastgele modu hoş parçalarla kulaklarımın pasını siler.
Msn dediğimiz meret onun bana ulaşmasını en hızlı şekilde sağlamıştı. "Bas gel idealtepe sahile"yazdı. "Ne oluyo olum" demeye kalmadan "içelim"i de yapıştırdı. "Haha" yazdım. "Ciddiyim" dedi. Ciddiyim dediyse gerçekten ciddidir ve pek fazla kullandığı bi sözcük değildir.

Herkes yatmıştı evde, yalnız evde değil sokakta bile. Hatta "bas gel" diyince direk "akbili 'bas'ıcak otobüs mü kalır lan bu saate dallama, İETT'nin müdürü bile yatmıştır" diye aklımdan geçirdim. Sonra garajda duran ve ailemize mensup bir arabamız ve cüzdanımda duran adıma kayıtlı bir sürücü belgem olduğu aklıma geldi. "İçelim" demesinden belliydi ki limonata içmicektik. Kola hiç değildi. "Yaklaşık 5 litre alkolümüz ve sabaha kadar vaktimiz var" yazısı ekranımın sol alt köşesinde belirince içimdeki piskopatı ortaya çıkardı. Bunu nasıl yapacağını kaç yıllık dostluğumuz süresince iyice öğrenmiş olduğunu gördüm. Ama hiçbir zaman gecenin kör bir vakti arabayı izinsiz almak gibi bi çılgınlık yapmayacağımı da biliyordu. Annemin yanına gittim uyuyordu. "Anne" dedim. Uykusu hafif olduğundan "hea?" dedi. "Anne ben arabayla bi çıkıyorum, gelcem" dedim. Uyku sersemliğinden olsa gerek "tamam" dedi. Aslında tam bir "tamam" değildi. Daha çok "s*kt*r git, uyyorum"du.

"Süper !" gibi tam bir amerikan özentisi nidayla odadan çıkacakken "napıyorum lan ben babam uyanırsa babayı alırım" diye kendime geldim. Çok sıkı giyindim, atkı-bere, kalın çorap, kazak, mont. Ve son olarak anahtarları ve ayakkabılarımı alıp kapıyı yavaşça kapadım. Sensörler(hatta fotosel) beni hissederek lambayı yakmışlardı bile.

Arabaya binmek için garaja yürüdüğüm 30 saniyede bokumu donduracak kadar soğukla karşı karşıya olduğumu anladım. Hatta "lan bu havada neden kar yağmıyo, neden yağış yok" sorularını düşündüm. Arabaya bindim ve klimaya bir arabanın kliması ne kadar sıcaklık üfleyebiliyorsa o kadar sıcaklık üflettim. Isındım. Yola koyuldum, garajdan çıktım. Ama "idealtepe sahil"e nerden gideceğimi bilmiyordum. Resmen doğaçlama bir şekilde minibüs yoluna çıkıp. O aşamadan sonra da lisedeki coğrafya bilgilerimi ve içgüdülerimi kullanarak "deniz, sahil ne taraftadır ?" sorusuna cevap aradım. Buldum da.

Caddebostan sahilini arada bir tinerci görerek arada bir koşu yapan insan görerek geçtim. Geçerken düşündüm. "Bu saatte koşu mu yapılır, herhalde macera seviyorlar". O sırada radyoda çalan şarkı ne de güzel yapıyorum bu saatte çıktım geziyorum dememe sebep olurken birkaç saniye sonra arabadan gelen "biiiiiip" sesiyle dikkatimi mazot göstergesine yönelttim. Biticekti 60-70 kilometre sonra. Neyseki o kadar gitmicem dedim, umursamadan devam ettim..

Öyle böyle düşüncelerle geçen 25-30 dakikalık yolculuktan sonra onu gördüm ışıklarda bekliyordu. Üşümüş gibiydi yanına yanaştım. "Gel lan geeel" dedim. "Amcaaa naber ?" dedi. "yaa nolsun yapıyoruz işte bi çılgınlık, nereye koyalım arabayı, yakın olsun da sonradan bulabilelim" diye cevap verdim. Yakın bi yer bulduk, parkettim. İndik arabadan, sahile yürüdük. Oturduk, başladık konuşmaya. Konuşurken içmeye koyulduk. Ağır ağır içerken soğuk da içimize işlemeye başlamıştı. Birazdan vücudumuz bardakımsı maddelerden içimize doldurduklarımızla dışardaki soğuğa karşı üstün bir direnç kazanıverdi. Isınmıştık.

Hava senin, su benim, kum benim, deniz senin, hayat, vapurlar, vodkanın yararları, beyliizin karameli için çalışan fırınların dereceleri ve fırınlar önünde yüzleri pişen işçiler, tekilanın tuz ve limonla kardeşliği, midenin ne kadar karıştırmaya dayanabileceği, çöldeki bahtsız bedeviler, esra ceyhanla a'dan z'ye, ibrahim tatlıses tarafından p*zevenklerin elinden kurtarılan yıldız tilbe, bu p*z*v*nklerin kimler oldukları, arnavut ciğerinin 5 para edip etmeyeceği, gazanfer özcan ve üstatlar, orhan gencebay ve esrarkeş miydi değil miydi, kolbastının ne kadar da abartıldığı, aslında hiç bir boka benzemediği, küçük maçların büyük adamları, umut sarıkaya, mahsun kırmızıgül'ün yönetmenliği, özer öcek saçmalıyor'un başarıları, tmb film ekibinin yeniden sahalara dönmesi dilekleri ve daha bunun gibi binlerce konunun konuşulup, konuşulurken kimi zaman gülünmesi, kimi zaman hüzünlenilmesi şeklinde geçen 1-1.5 saatte neşemiz yerindeydi.

Sonra koşu yapan bir adam( sanırım tam bir macerasever) yanımıza yaklaştı ve bize "gençler afiyet olsun, plastik bardağımı kaptım geldim sizi balkondan görünce" dedi. Birbirimize baktık, şişelerimize baktık. Ve ben kafa salladım söylemeliyiz gibisinden. "Hocam bizde sonuna geliyoruz şişelerin yahu" dedi. "Hah ne demek çocuklar" diyip cepli eşofman üstünden bir dürbün ve bir şişe "Olmeca Gold" çıkardı. Gözlerimiz faltaşı büyüklüğünde açılırken " Uyar mı size ?" diye ekledi. Anıl bana baktı. Ama benim aklıma demin konuştuğumuz konulardan "tekilanın tuz ve limonla kardeşliği" düştü. Bunu dile getirmem amcaya ayıp olcaktı bu yüzden " hocam siz başlayın ben geliyorum" dedim. Anıl'ın "nereye olum" demesine fırsat vermeden " bi geliyorum 5 dakkaya" dedim. Herhalde çişim geldi sandı ve "haa eywallah" dedi.

Arabaya gittim. Aklımda "tekilayı yalnız bırakmamak ve ona kardeşlerini ulaştırmak"tan başka bir de "yakıt deposunun son demlerinde süründüğü" vardı. Saat 3.50 civarıydı. Ve bu saatte açık bir şarküteri aricaktım. Bilmediğim bir semtte ve limon-tuz bulamama ihtimalime rağmen. Açık bi yer buldum ama tuz vardı sadece, limon yoktu. Dükkan sahibi limon suyu teklif etti. "Yokum" dedim. Ama "abi sende plastik çatal-bıçak da var mı ?" diye ekledim. Şanslıydım ki varmış, 3er tane aldım. Tek eksik limondu. 250-300 metre sonra bi "tekel" daha buldum. Sordum limon bulunup bulunmadığını. "Abi yok ama sana bi kıyak yapayım" dedi ve yolun karşısındaki karanlık manava gitti. Kepengi kaldırdı, bi torba aldı ve içine yaklaşık 10 tane limon koydu, koştu geldi. "Buyur abi, afiyet olsun, bizim manav Hüsrev( yada bu tarz bi isimdi galiba) abi komşumuz, anahtarı bize verir sabaha kadar açığız diye" dedi. Hoşuma gitti bu durum ve cebimden çıkan ilk parayı, 5 lirayı verdim. "İyi geceler, hayırlı işler" dedim ve arabaya atladığım gibi sahile geri döndüm, parkettim ve yanlarına geldim.

Muhabbeti ilerletmişlerdi. Beni gördüler elimde 2 torbayla gelirken ve adam " vaaay be ne düşünceli adammış bu senin arkadaşın" dedi Anıl'a. Anıl da " Evelallah" diye karışık verdi. Bıçakları, çatalları, limonları dağıttım, temiz bi peçete çıkardım cebimden, tuzu yaydım. Tekila zamanı başlamıştı. Plastik bardaklarımızın diplerine tekila doldurduk, shot miktarına yakındı herhalde. Birinci shotlardan sonra, ikinciler ve üçüncüler, limon ve tuzla birlikte sanki şerbetmişçesine boğazımızdan içimize dökülüyordu. Macera seven adam hayat hikayesini çok önemli biriymişçesine nasıl da ballandıra ballandıra anlatıyordu. Sonra cebindeki dürbünü çıkardı ve apartmanlara bakmaya başladı. "Hocam napıyosun ?! Başımızı belaya sokucan" derken, "bakın benim ev şu, hanım şimdi ne saydırıyodur arkamdan 10 yıllık şişeyi açtım diye" dedi. "Abi boşver gel adalara bakalım" dedim bu karanlıkta. "Bu karanlıkta ne adası gözüm" diye karşılık verdi. Sarhoş değildim ama bu sözümden sonra kesin düşünmüştür "hemen de çarpıldı" diye. "Doğru yaw"dan başka hiç birşey söylemedim.

Şişenin sonuna gelmeden "gençler hadi bakalım siz devam edin beni evden beklerler" dedi elini avuç içini açmış şekilde sağ sola oynatırken. "Ahh, eywallah abi, hadi iyi geceler" dedik. Gitti yine kalmıştık iki kafadar, sahil, gece, bardaklarımız, tekilamız, tuzumuz ve limonlarımızla. Saat 4.30lara gelmiş. Zamanın nasıl geçtiği anlaşılamamış ama sızma haline de gelmemiştik. "Devam mı ?" dedim, kafasını aşşağı doğru kaydırıp bi gözünü kısaraktan "devam aabi" dedi. Devam ettik. "Denize yaklaşalım abi" dedim, "abi soğuktur yaw" dedi."Ulan girmicez heralde" dicekken yanımıza üstü başı temiz bi adam yaklaştı, "gençler iyi geceler, bardağınız var mı ?, varsa bi shot atın da içelim yaw" dedi. "Ulan bizimi buluyo bu herifler yoksa her gece burası böyle mi" diye düşündük 1-2 saniye. Bi shot'dan biraz fazlasını ve kalın bir dilim de limon tuzlayıp verdik. Sevindi "haydi rastgelsin gençler" diyip yürümeye devam etti. Deniz kenarına gittik, kafalarımız sağlam gibiydi ama sağlam olmadığını kendimizi "denize girebilir miyiz lan ?" diye düşünürken bulunca anladık.

Hoş zaman geçirmiş, üstüne 1 şişe de arttırmıştık macera seven adam sayesinde. Tekila bitmiş, yorgunluk çökmüş, güneş yavaştan yüzünü gösterecek gibi olmuştu ki " gel lan bari yüzümüzü yıkayalım şu denizde bi" dedi. Düşme tehlikesine rağmen ve birbirimize "hop tutmasaydım düşüyodun" gibi espriler yaparak yüzümüzü yıkadık, ıslanmadık mı? evet ıslandık.
Sonra son şişe tekilamızı da açarken, güneşin doğuşunu izledik, resmen ana rahmine düşüşünden itibaren gözlediğimiz bir olay gibi oldu. Geceden beri gizliden gizliye takipteydik güneşi. 1-2-3-4-5. shotlar lıkır lıkır gitti. Sızmaya yakın kafamı kaldırdım ve " hop Anıl, hop Başkan" diye seslendim yanımda olmasına rağmen " hop" dedi. Baktı, "lan arabaya gidelim hadi kalk kalk doncaz" dedim. Düşe kalka arabaya gittik, limon tadı ağzımızdaydı. Arabayı sahile yakın bi yere getirdim, müzik açtım hafiften koltukları da manzaraya dalıp gidecek şekilde yatar konuma getirdik. Manzaraya dalıp, radyonun sesiyle uykuya daldık. Uyandığımda "aklına eseni yapmanın verdiği huzur" ile birlikte hafif bi başağrısı ve elimde nasıl olduğuna anlam veremediğim birkaç kesik vardı. "Anıl" dedim. "Uff iyi oldu bee" dedi. "Yapıcaksın böyle arada bi aklına eseni, huzur doldu içim" dedi. "Vay be" dedim.

Arabayı çalıştırdım, biiiiiiip sesi geldi. "Hadi seni eve atıyım ordan kaçıyım" dedim. "Şurda benzinciye gir" dedi. Girdik, arabadan indi. Pompacıya, "10 liralık at" dedi. Ben bakakalmışken kasaya gidip ödemişti bile. Nane şekeri almış, bindi arabaya " naptın yav vardı mazot" dedim, "oğlum sen gelmişsin gecenin bi vaktinde beni yalnız koymamışsın, hala ne diyosun. Al at şunu polis molis çevirirse kokma" dedi şekeri verip." Vay be" dedim, alkolün etkisinden değil de söylediklerinden duygulanmıştım. Eve bıraktım, kendim de eve gittim, yolda polis de çevirmedi. Ama olsun düşünmesi bile yeterdi.