28 Ekim 2009 Çarşamba

Yeni Bir Seri

Blog'a yazı yazmayı özlediğimi, kendi kendime okuyup sonradan "ne güzel yazmışım ula" dememle farkettim ve "hadi bi tane daha patlatayım" dedim. Kimse okumuyor bile olsa "amaan s*kerler"...

O gün diğer günlerin aksine kapı, telefon, alarm vb. tarafından uykudan uyandırılmamış, kendi kendime uyanabilmiştim. Bu işte bi' iş var diyecekken " lan zaten erken yattım, neden uyyim ki daha fazla" diye düşündüm. Ama bayaa erkendi, ne yapayım diye düşünürken, önce kendime bi tane "ağzıma layık", özel yapımım olan "san dé da vinci"(sandviç ama bildiğin gibi değil, ben yapıyorum onu ve tam bir sanat eseri olduğundan bu adı verdim, öyle güzel oluyor ki duvara asmak için bi deliği fln olsa yemem, duvarıma asarım) yapıyım, limonatamı da koyup bi güzel afiyetlen yiyeyim dedim, dememle yapmaya başlamam bir oldu. Sandviç'i yapmam yaklaşık 17 dakika sürdü, yemem ise "her güzel şeyin hızlı bitmesi kanunu'na" dayanarak(malesef) 7 dakika.

Şimdi bunları size anlattım ama "ee bunlar gayet olağan şeyler, hani bitti mi?" gibi düşünmeyin.
Sandviç'i bitirdikten sonra ellerimi yıkayıp, bi dişlerimi fırçalayım sonra da çıkıp biraz yürüyüş, hava alma gibi bişey yaparım dedim. Odama gittim, güneş ışığı odayı tam sevdiğim gibi aydınlatmış, yani böyle bi yerden ışık veriyomuşsun gibi çok sevdim onu. Kesin size seversiniz ha o ışık gelme şeklini. Giyindim, gri bir t-shirt(ya ne olacağıdı), altıma da bi kot, rahattım, hava sıcak olcaktı bugün ve ayakkablarımı giyip, cüzdanımı ve anahtarımı alınca tam oldum. Kapıdan çıktım, şaşırtıcı denilebilecek şekilde karşı komuşumuzun kapısının önünde hiç ayakkabı yoktu. Normalde küçük nüfuslu bir köyün cami kapısından farkı olmayan bu "kapı önü", günün beni şaşırtan ilk ve en küçük detayı olcaktı da benim daha haberim yoktu. Aşağı indim, 2. beni şaşırtan detay ise apartman kapımızda köpek yatmayışı oldu. Yürümeye başladım sokakta, kimseler yoktu, saate bakmayı unuttum belki de gerçekten çok erkendi lan. Baktım, saat gayet de kalabalık olacak bi saatti. Bi çocuk gördüm koşan, yokuşun yukarısında, "LAAAAA" diye bağırdım ama beni sallamadı, ben de koştum yokuşun başına hiç kimse yoktu. "Hasiktir, ben mi kaldım lan dünyada" diye düşünüp yüzümde hassiktirifaz bir ifadeyle bi kaldım. Ağlamaklı oldum. Ne bu ya herkes nerde derken, "dur lan babamı arıyım bi" dedim. Aradım, telefondaki kadın " iyi günler lütfen saatinizi kontrol edip, aramayı tekrarlayınız" dedi. Nası ya, o ne lan ? , baktım saate, 14.37'ydi. Tekrar aradım. "Aradığınız kişiye ulaşmanız imkansız, çünkü telefonunuzun sistemi kullanılamıyor"dedi. Nası ya dedim, sokağa baktım hala kimse yoktu.

Ana caddeye yürüdüm ama orası da boş, sonra uzaktan bi adam gördüm bana doğru yaklaşan. Gayet yakışıklı, pek esrarengiz olmayan biri, yabancı gözleri, kısa saç traşı, spor bir kıyafetle geldi. Yabancı bi dil konuşuyordu. Ben de hiç anlamam öyle alakasız yabancı dilleri, yani tahmin bile edemedim nece konuştuğunu, "kusrabakma hocu, anlamıyorum." dedim. "I'm sorry, i'm late" dedi. Ha burayı anladım ama "Türkçe ben" dedim. Adam " Turkci, turkcei, turrrkk hmm." diye düşündükten sonra "hah tamam ya Türkçe" diyip Türkçe konuşmaya başladı. "Noluyo lan dalga mı geçiyosunuz benlen, çıkın ortaya" diye haykıracağdım ki adam : " ya kusrabakmayın geç kaldım, napmayı düşünüyorsunuz bay Öcek" dedi. Tabi şaşkınlık hat safhada olduğundan dolayı, yine bi kaldım öylece. "Aaa, bana sadece Öcek de" dedim. Düşün ne kadar şaşkınım ki "Özer " demedim " Öcek" de dedim.

Uzun olunca okumuyorsunuz. O yüzden kısa kısa yazmaya başladım, devamı en geç bir hafta sonra.

Geri Gelmek İçin Geri Geldim

GELİYORUM... YAZMAYA BAŞLİCAM TEKRAR... ÇOK DOLDUM BURAYA DAMLİCAM... HEYCANLANDIM LAN BUNU YAZARKEN BİLE. EHE.. Öptüm. sevgiler.

1 Mayıs 2009 Cuma

Zokerto, Kızlar ve Ben

Uzun zamandan beri gelen suskunluktan sonra blogun biraz hareketlenmesi gerektiğine karar verdiğimde ne yazabileceğim aklımda değildi. Ama bu kafa kesinlikle boş değil. Birazdan okuyacaklarınız bunun kanıtı olmayabilir ama siz yine de bilin ki gerçekten boş değil oğlum lan.

Dere kenarına geldiğimde suyun soğukluğunu suya dokunmadan bile hissedebiliyordum. Bu kadar sıcak havada akar bir suyun bu kadar soğuk olması yüzümü yıkayıp, hamaktaki uykunun sersemliğini atmam için bir işaret olmalıydı. Eğildim, suda yüzümü gördüm "amaan" diyerek suyun berraklığını bozacak ilk hareketimi yaptım ve 2-3 kere yüzüme su çarptım. Çarptım diyorum çünkü her çarpışımda yüzümle birlikte tişörtüm de ıslanmıştı. Çok hikayevari olduğuna karar verdiğim yazımın bu cümlesinden sonra daha az tasvirle devam ederek siz değerli okurumu sıkmicam efendim.

Su soğuktu ve sadece yüzümü yıkamanın yetmeyeceğine karar vererek, hamağa doğru gittim. Etraf yemyeşil ve boşboştu. Aklımdan ıssız adada gibi soyunup "ferah ferah" suya girmek geçmedi değil ama şimdi köylülerden, yerlilerden biri gelip beni götürür filan diye tırstım. O yüzden çantamdan mayo gibi bi şort çıkardım. Arı sokmasın ayağımı, başıma iş çıkmasın, amonyak mamonyak uğraşmayalım şimdi diye çoraplarımı çıkardıktan sonra ayakkabılarımdan kurtulup terliklerimi giydim. Resmen bi göl, bi akarsu sefasına tamamen hazırdım tişörtümü de çıkardıktan sonra. Gölün kıyısına kadar geldim terliklerimi çıkardım. Suya ayak başparmağımla girmeye başladım. Dondum, çok iyi gelcek gibiydi, sonra kendim tamamen suya bırakınca, tepedeki güneşten kavrulmuş kollarımdan, saçlarımdan çıkan "çossss" sesini duyar gibi oldum. Hareket etmezsem gerçekten iç organlarımdan biri donabilir hissine kapılmamdan dolayı "karşı tarafa yüzüp geleyim" dedim. Hareket olsun. Ağır bir tempoda karşı tarafa (tahmini 30-40 metre) yüzerken üzerime gelen bi sürat teknesi görsem heralde altıma sıçardım. Ne alaka demeyin! arada bir böyle konuyu dağıtmak lazım. Karşıya vardım ama artık hava deminkinden daha soğuktu bana göre. Suya alışamamamdan mıydı, yoksa gerçekten iki kıyı arasındaki sıcaklık farkı bu kadar fazla mıydı ? Bunu merak ettiğim için bu kıyıdan (diğer kıyıda karşılaştırmak üzere) bir tüp su almadım. Alsam saçma olurdu. Artık bana uzak kalan kıyıdaki havluma ulaşıp ısınmam için yaklaşık 40 metre yüzmem gerekiyordu. Önce sudan çıktım. Atlayıp giderim daha hızlı giderim mantelitesini güdücektim ama sudan çıkar çıkmaz ilerdeki çalılık ve ağaçların arasında 3-4 tane insan, gördüm. "Ananı" bunlar beni görmesin şimdi, babalarına filan söylerler gelip köylü beni linç eder diye düşünmeme kalmadı. (Hey hey yanlış anlamayın içlerinde erkek yoktu. O yüzden böyle düşündüm.) Kafamı biraz daha kaldırıp baktığımda ne gördüm dersiniz? Lanet olsun (yaşasın anlamındaki Lanetolsundan bahsediyoruz) çıplaklardı ve o taraftaki gölde sanırım yıkanıyorlardı. Hay Allah deyip, "hayır oğlum geri dönüyorum"u ekleyip geri dönecekken bi "pıssst" sesiyle irkildim. Arkamdan yaşlı saçlı sakallı bi adam beni çağırdı. "Nerden çıktı lan bu herif, kesse filan beni burda kimsenin haberi olmaz" diye iç geçirdim( iç geçirdim ne lan). "Buyrun amca" dedim. "Ne amcası lan Zokerto de bana" dedi. "Zokerta" dedim. "Ne zokertası lan, bana Zokerto de" dedi. "Zokerto" dedim. "Nereye bakıyodun lan sen" dedi. Mazeretim yoktu kızlara bakıyodum, koca adama yalan sölicek de değildim. "Zokerto Dayı sana dürüst olacam, şurdaki kızlara bakıyodum, birden baktım ama valla bişey düşünmedim yani" dedim. "Dayı ne lan, Zokerto de bana" dedikten sonra "Kız neymiş lan, yenir mi o, meyvalarımı mı yicektin lan yoksa it !?" diye devam etti. O an bende bi dumura uğrama oldu tabi. Adam resmen "kız ne lan, meyve mi o" dedi. "Zokerto ben nerdeyim ?" diye sordum kendisine. "ebeğen örekesisindesin *(daha bi kaba bişey olcak burda), nerde olcan yavuşaam benim kıyımdasın" dedi. Somut bilgilerinin kısıtlılığına rağmen (örn. kızlar) kelime haznesi baya genişti. O an anladım ki ya bu adam bir deli ya da az önce sürat teknesi filan diye size bahsettiğim olay gerçekti ve ben öldüm. "Zokerto, hocam öldüm mü ben ?" dedim. "Hocam ne lan, Zokerto yeter, ölmedin, canlısın ama şu kız meselesini bi açıkla bakalım neymiş kız" dedi. Asabım bozulmaya başlamıştı iyice "zokerto de bana, de bana de bana"larından. "Gel Zokerto sana göstereyim kız nedir" diye tuttum kolundan götürdüm kızları çok iyi görebileceğimiz ama onların bizi göremeyekleri bi' yere.

Zokerto kızları görür görmez "oy oy oy bunlar ne , tükendiklerini sanmıştım, bitmemişler" dedi. "Nası yaa, biter mi oğlum kız" dedim. Yine "Bana Zokerto de oğlum ne lan" muhabbetini yapıcaktı ki " kes lan başlicam toynağına"yı yapıştırdım. "Nası kız biter lan, açıkla, nerdeyim, sen kimsin, noluyo lan burda" dedim. "Ulan sen O musun yoksa ?" dedi pis ve sanki belinden bıçak çıkartacakmış gibi bi bakışla. Tırstım tabi "Yok abi ben kimse değilim, karşıdan yüzerek geldim, gidicektim" diye cevap verdim. "Karşı kıyıda uyudun uyandın, sonra yüzünü yıkadın, mayo filan giydin, buraya yüzdün dimi ve bi sürat teknesi üzerine doğru gelmedi, doğru mudur?" dedi. "Evet Zokerto, aynen böyle oldu" dedim. "Bırak artık bana Zokerto filan demeyi, şimdi o kız dediklerinle gidip konuşmanı istiyorum" diye devam etti. Ben "İyi de ne dicem lan ben onlara, bi de çıplaklar yani şimdi gitsem yanlarına hepsi birden çığlık bağırtı çağırtı, başımız ağrımasın Zokerto " diyince, " sen kafanı yorma, seveceklerdir seni, git yanlarına normal bişeymiş, "çıplak da değillermiş gibi" konuş hadi koçum selam melam bişeyler de lan hadi git burdayım ben bişey olursa" dedi. Dürtüklemeye, iteklemeye filan başlamıştı ki " lan bunlara sen ne diyosun ne isim koydun, neden kız diyince afalladın" diye kızarak sordum. "Zokerto ne demek bilir misin?, "Aklına Gelen" demektir " dedi. "Ben aslında hiç bişey bilmem, herşey anında benim aklıma gelir" diye de devam etti. "Ama sen "kız" diyince aklıma hiç bişey gelmedi. Git konuş onlarla." dedi. Gizemli gelmişti isteğini kabul ettim. Yürümeye başladım kızlara doğru arkamdan "bana ayarla lan bi tanesini de" demesi beni benden aldı, kendimi tutamayıp oracıkta ufak çaplı bir katılma yaşadım. Kızların yanına vardım, "selam" dedim. Hepsi selam, hoşgeldin, gelsene, bizle yıkanmaz mısın? gibi yine beni benden alan tekliflerde ve hoşgeldinlerde bulundular. Girdim yanlarına sağolsunlar çok cömerttiler. Laf lafı açtı ve buraya nerden geldiğimi en sonunda sordu içlerinden kahve saçlı, bronz tenli olan. "Karşı kıyıdan geldim, gidicektim ki Zokerto mudur nedir onla karşılaştım, sizle konuşmam için ısrar etti" dedim. Kızıl saçlı beyaz tenli olan "hmm Zokerto yaşıyo mu ya, peki bizim ne olduğumuzu filan sordu mu, kız olduğumuzu anladı mı yoksa bitki-hayvan filan mı sandı" diye sordu. "Kısacası aklına geldik mi o yaşlı horozun ?" diye devam ettirdi sarışın. Tamamen boka sarmıştı aklım, "ulan ne diyosunuz be dalga mı geçiyonuz sözleştiniz mi" dicektim demedim. Metanetimi korudum. " Kızlar, aklına gelmediniz, o da buna şaşırdı, bana burda olup biteni açıklar mısınız? karşı kıyıya gidip ordan da evime gitmek istiyorum canlarım benim gelin sizide götüreyim evde herşeyi 'enine boyuna' tartışırız" dedim. Aramızdaki 'samimiyet' ve onların 'cana yakınlıkları' sohbetin derinleşmesine ve sabrımı taşırmadan kendilerini, Zokerto'yu ve olan biteni anlatmalarını sağladı. Meğersem bu kızlar "karşı kıyıda uyuyup uyanan, sonra da derede yüzünü yıkamakla kalmayıp dereye atlayıp karşı kıyıya herhangi bir tehlike atlatmadan gelen" kişiyi bekliyorlarmış, onu sarıp ısıtıcaklarmış (ki buna gerçekten ihtiyacım vardı, üşümüştüm) beklerken de sadece 4 kişi kalmışlar, diğerleri sabredemeyip kendilerini Zokerto(Aklına Gelen) denilen kart zamparaya teslim edivermişler. Ama Zokerto bi bok bilmeyip sadece aklına geleni yaptığından kızlarla hep alakasız şeyler yapmış. Kimini süs eşyası, kimini hizmetçi, hiç biriyle "aşk" 'filan*' yaşamamış. O kadar uzun zaman kimse gelmeyince Zokerto da benim farkında olmadan gerçekleştirdiğim prosedüre şaşırıp artık unuttuğu kızlara beni yollamış. Kızları orda bulduğumuz bi kayıkla karşı kıyıya geçmeden önce Zokertoyu da ihmal etmeyip "bi Allaha ısmarladık diyelim dimi kızlar bunca yıl size el sürmemiş" dedim. Adam sonunda görevini tamamladığı için mutlu oldu, saçı sakalı filan kesmiş, geldi. "Ya işte bu yüzden dayı-amca filan deme diyodum, Zokerto kafidir, senlen aynı yaştayız oğlum nerdeyse" dedi. Lan vallaha şaşırdım. "Allaha ısmarladık Zokerto'cum herşey için sağol, al bak kartım dedim. "Aklına bişey gelirse çekinme ara" dedim. Bana çok anlamlı baktı. Karşı kıyıa geçip, dört(4) kızla evin yolunu tuttuk. Çok eğleniyoruz çok...

not: Onları çantamdaki kıyafetlerle giydirip öyle şehre soktum. Yoksa o kadar güzeller ki, şehir magandaları beni gebertip, hepsini elimden alırlardı.

not2 : zokertoya: Zokerto kızların selamı var. Sen de artık hizmetçi olarak kullandığın kızın sana nasıl baktığının farkına var. Bize teşekkür ediceksin. Öperiz.

13 Mart 2009 Cuma

O'na En Yakın Uzaklık

Blog birden bire, 2. haftasında sanırım, 215 gibi bi ziyaretçi sayısına ulaşınca (ben hariç bak sayaç güvenilir) "okuyanlara, yorum yapmayanlara bi teşekkür edeyim" dedim, "ulan kimim ki teşekkür ediyorum" diye de devam ettim. "Anca ben yazılara devam ederim, onlar da kimliklerini gizli tutarak okumaya devam ederler, zaten hiçbir yazar okurunun adını bilmez ki di mi?" diye sordum kendime. Kafamın aşağı yukarı sallanmasından cevabımın "evet" olduğunu anladım.

Telefon susmadan çalıyordu. Uzanmış, huzuru düşünür ve düşlerken açmadan önce telefona "Ne var ulan ne var hiç çalmazsın çalacağın tuttu" dedim. Tanımadığım bi numaraydı en sonunda açtım. "Sayın abonemiz bu bir ödemeli aramadır, arama ücre..." dedi kadın, yüzüne kapatmasam konuşmaya devam da edecekti. "Neden yazılarda hep bi telefon hep bi kapı çalması olayı baş gösteriyor Özer" diyebilirsiniz de. Demeyebilirsiniz de. Ama böyle olması, başlangıca daha bi kasvet katıyor diye düşünüyorum. Yamuluyorsam düzeltin.

Evet, telefon yine çaldı bu sefer hemen açtım ve 1'e bastım. Kabul ettim tanımadığım numaranın ödemeli aramasını. "Selam" diye başladı telefondaki ses "kimi aradınız" dedim. "Tam da seni aradım" dedi. "Kimsiniz" diye sordum, "onu geç boşver, bak süper bi planım var, bu senin yazıları kitap yapalım, adına da "saçmalamamalar" koyalım" dedi. Aslında düşününce güzel geldi, "ama bu herifin yayınevi var ve parası yoksa dandik bi yayınevidir yazılar güme gider, beni neden ödemeli arıyo, bi de telefonumu nerden buldu" gibi sorularla başta güzel gelen düşünce çirkinleşmeye başladı. "Seni ödemeli aradım çünkü iyi bir yazar kitabına kendinden bir şeyler vermeyi en başta göze alır" dedi. Tam da " hass*ktir lan" diyecekken " 'hass*ktir lan' diyebilirsin ama önce kazancaklarını düşün" dedi. Benim hass*ktirim de kursağımda kaldı. Düşündüm telefon bana yazıyodu bu sürede kısa tuttum düşünmeyi ve "oturup konuşalım" dedim. "Ben seni arayıp, yeri ve mekanı söylicem" dedi. Kapattım. Gözlerimi açtım, "lan rüyaymış" dedim. Hani bi yazı da "uykunun çoğu geçmemişse çalan telefon gerçek mi? rüya mı? etkisi/çelişkisi yaratabilir" demiştim. Tam da öyle olmuştu. Bu çelişkiye düşüp rüya olanı seçmiştim. Telefonuma baktım, gerçek hayatta çalmamıştı. Yani çelişkinin doğru tarafına düşmüştüm.

Hiç çalmamıştı o gün, altıma bi pantolon, üstüme de bi tişört alıp dışarı çıktım. Ayrıntıları atlayarak apartmandan çıkışıma kadar geliyorum. Apartmandan çıkıp, kapıda oturan dedeye selam çaktım. "Bugün sokaklarda yürüyecem" dedim kendi kendime. "Belki güzel bi yüz görüp, kendime gelip, unutana kadar gözümü kapatınca onu görürüm" de dedim. Ayaklarım " hassiktir aç herif dön eve git yat" derken, beynim " ya öyle kız kız kız diye bağıran tarzda bi arayış değil lan böyle romantik filmlerdeki gibi yavaş çekimde bi güzel yüz görmek gibi" diyordu. Ve beynimi dinledim. Ayaklar da beynin bi kölesi olduğundan ses çıkaramadılar daha.

Yürüdüm,yürüdüm. Cüzdanımdaki adıma düzenlenmiş olmayan "akbil"imle otobüse bindim. Vapura binip denizler üzerinde yolculuk etmek istiyordum, nitekim bindim de. "Açık alana oturup bi sigara yaktım" desem çok karizmatik gibi görünür bu cümle ama sigara sağlığa zararlı olduğundan, içmediğim ve içmeyeceğim için böyle bi cümle gelmeyecek buraya. Açık alana oturdum. O kadar sağlık ve lezzet düşkünüyümdür ki %100 portakal sucusundan portakal suyu aldım. Martılara simit atıp, kızları etrafında toplayan adamın aksine etrafı bomboş olan bendim. Adama "lan kızlar sana gelmiyo laaaan martılara geliyo" , kızlara ise " kızlar ya martılar adama gelmiyo simitlere geliyo" diyesim geldi çok pis. Diyemedim. Zaten o yavaş çekimde görmeyi umduğum yüzü de hiç birinde görememiştim. Aslında öyle bi surat var mıydı? , var mı? onu da bilmiyordum. Vapurda görmeyince bakalım sokakta şansım nedir diye vapurun yanaşmasına yakın iskele verilmesini bekleyeceğim yere yöneldim. Vapur yanaştı, iskele verilmeden atlamadım riske girmedim. Düşmezdim ama olsun.

Yavaşça yürümeye devam ettim iskeleden çıktım. Aslında amacım yoktu. Ama olursa da yanıma kar kalır dediğim olay gerçekleşirse birden amacım oluşuverecekti. Yürüdüm, yürüdüm. Simitçi gördüm, koktu. Aldım bi’ tane, oturdum bi banka yedim, yerken geçenleri izledim. İzlerken "neden bu telaş" dedim. "Nereye lan insanlar, neden güne 24 saat dediniz ki bu kadar acele etçekseniz neden 45 filan demediniz" dedim.

Bu tarz aslında sana saçma gelecek ama normalde mantıklı düşüncelerle simidimi bitirdim. Oturmaya devam ettim. Derin bir nefesle, oksijenden payıma düşenden daha fazlasını çektim. Zaman kavramı benim için o günlük pek önemli değildi. Kalkıp, ilerde balık tutan adamların yanına gittim. Hepsi hızlı hızlı hareketlerle balık çekiyor, küçükleri geri atıyorlardı. Baktım bi süre. Bok gibiydi şu ana kadar geçirdiğim vakit. Sonra geldiğim yola döndüm eve dönmek için. Kafam önde yürürken maviliğe bakmak, belki yine şükür etmek ve hayranlık duymak için kafamı kaldırdığımda "aha o yüz" dediğim suratın sahibi gözüme çarptı. Yüzünü tarif etmem durumunda senin bile şuan bilgisayarının başından kalkıp peşinden koşabileceğin kişiydi. Tek başınaydı, güzeldi, ağlamaklıydı ve yavaş yürüyordu. Yani sanki onca kişi arasında yavaş çekime alınan bi tek oydu. Telaşsızdı, sakin miydi ? bilmem ama çok güzeldi. Yanına olabildiğince, farketmeyeceği kadar, yaklaştım. "Ne kadar da özenilmiş yahu" dedim içimden yada ben içimden dediğimi sanıyordum. Çünkü birden kafasını çevirip baktı. Duymuştu. Ama ağlıyordu yav resmen. Üzüldüm. Selam verdim ama tanımıyordum ki "ulan kimin nesi şimdi durup dururken de göte gelmeyek" diye mırıldandım. "Hani meleklerin yüzü yoktu yav" dedim salak gibi. Gülümsedi lan. Ama neden direk yazdım ki diye de düşünmeden edemedim.

"Pardon" dedim. Hava kapatmaya başlamıştı güneşi. Yağmur yağacak gibiydi ama aslında yağmaz gibiydi de. Yaz yağmuru yağardı en fazla. O da bi' şey ifade etmezdi. Çünkü asıl yağmur yüzündeydi. Çok şairane oldu gibi he. O gülümsedikten sonra ben bi durakladım tabi "ne yaptım ben" dedim. Komik miydim, aptal mıydım, romantik miydim, neydim ulan?

Bir mendil uzatıp "banka filan oturalım mı ?" diye sordum. Burnunu silerken kafasını salladı, gözleri yaşlıydı ama gülümsemesi bitmemişti. "Ulan neden hemen kabul etti?" diye düşündüm. Ama her halde konuşmaya ihtiyacı vardı. Konuştuk, konuştuk, laf lafı açtı. Neden ağladığını sordum.
Şimdi "neden başta sormadın" dediğinizi duyar gibiyim. Sormadım çünkü sadece ağladığı için onunla konuştuğumu sanabilirdi, sonra anlatıp giderdi, yada boş ver diyip geçerdi.
Neyse olan malumdu, kavga etmişler vesaire. Kendimi "it" hissettiğim ana sebep oldu: Onu ilk gördüğüm zamanki düşüncelerim. Kız başkası için üzülüyor, ben gidip "aradığım" filan gibi şeyler söylüyorum. Bu düşünceler kafamdan geçerken "yüzüne ne kadar fazla baksam gittiğinde o kadar aklımda kalır" düşüncesi onları takip ediyordu. Hava kararmaya başladı. "Kalkalım mı ?" dedi. "Hayır kalkmayalım" demeyi çok istedim. "Bu zaman da dursun. Neden devam etsin ki zaten amacıma ulaşmıştım, o yüze, o tavırlara sahip insanı bulmuştum. Uyusak ve uyanmasaydık". "Nasıl istersen" dedim haliyle.

"Telefonunu versene, ben bu taraftan gidiyorum" dedi. "Ben de burdan gidiyorum" diyecekken telefonu çaldı. Yüzü güldü biraz daha ama bu demin benim sevdiğim, "aha şuna baak" dediğim gülümseme değildi. Daha çok "sevgilimle barışacağız galiba, yaşasın, zaten nasıl ayrılacaktık ki çok seviyoruz birbirimizi, süper bi çiftiz, beni de bu saate kadar sıkılmaktan kurtardığın için sağol yav, çok iyisin" gülümsemesiydi. Uyuz oldum. "Ya ne olacağdı" dedim kendi kendime. O da telefondakine "Tamam kapatayım bilmem nerde buluşalım" diyip bana döndü. "Teşekkür ederim" diyip, elini sıkmam için uzattı. Tereddüt ettim, ama sıktım elini "telefon diyorduk" dedi. "İyi akşamlar, başka zaman" diyip başka da bir şey demedim. Aslında "ulan gün iyi gitti de neden böyle bitti be? Ne biçim sevgilisiniz lan, ayrılacaksanız ayrılın öyle gel, ağla, sızla, masum gül, yavaş yürü, yavaş çekimde görün gözüme" diyesim geldi çok pis. Diyemedim. Eve gidip yattım. Düşünmem 1 hafta filan sürdü sonra "ne gerek vardı ki?" diye sorup kendime, unuttum yüzünü, gülümsemesini.

3 Mart 2009 Salı

Esrarlı Bir Gece Vakti

Gece 2 sularıydı. Bu saatlerde genelde oturur bişeyler çizmeye çalışırım, espri bulursam ne aladır. Bilgisayar açık, winamptaki rastgele modu hoş parçalarla kulaklarımın pasını siler.
Msn dediğimiz meret onun bana ulaşmasını en hızlı şekilde sağlamıştı. "Bas gel idealtepe sahile"yazdı. "Ne oluyo olum" demeye kalmadan "içelim"i de yapıştırdı. "Haha" yazdım. "Ciddiyim" dedi. Ciddiyim dediyse gerçekten ciddidir ve pek fazla kullandığı bi sözcük değildir.

Herkes yatmıştı evde, yalnız evde değil sokakta bile. Hatta "bas gel" diyince direk "akbili 'bas'ıcak otobüs mü kalır lan bu saate dallama, İETT'nin müdürü bile yatmıştır" diye aklımdan geçirdim. Sonra garajda duran ve ailemize mensup bir arabamız ve cüzdanımda duran adıma kayıtlı bir sürücü belgem olduğu aklıma geldi. "İçelim" demesinden belliydi ki limonata içmicektik. Kola hiç değildi. "Yaklaşık 5 litre alkolümüz ve sabaha kadar vaktimiz var" yazısı ekranımın sol alt köşesinde belirince içimdeki piskopatı ortaya çıkardı. Bunu nasıl yapacağını kaç yıllık dostluğumuz süresince iyice öğrenmiş olduğunu gördüm. Ama hiçbir zaman gecenin kör bir vakti arabayı izinsiz almak gibi bi çılgınlık yapmayacağımı da biliyordu. Annemin yanına gittim uyuyordu. "Anne" dedim. Uykusu hafif olduğundan "hea?" dedi. "Anne ben arabayla bi çıkıyorum, gelcem" dedim. Uyku sersemliğinden olsa gerek "tamam" dedi. Aslında tam bir "tamam" değildi. Daha çok "s*kt*r git, uyyorum"du.

"Süper !" gibi tam bir amerikan özentisi nidayla odadan çıkacakken "napıyorum lan ben babam uyanırsa babayı alırım" diye kendime geldim. Çok sıkı giyindim, atkı-bere, kalın çorap, kazak, mont. Ve son olarak anahtarları ve ayakkabılarımı alıp kapıyı yavaşça kapadım. Sensörler(hatta fotosel) beni hissederek lambayı yakmışlardı bile.

Arabaya binmek için garaja yürüdüğüm 30 saniyede bokumu donduracak kadar soğukla karşı karşıya olduğumu anladım. Hatta "lan bu havada neden kar yağmıyo, neden yağış yok" sorularını düşündüm. Arabaya bindim ve klimaya bir arabanın kliması ne kadar sıcaklık üfleyebiliyorsa o kadar sıcaklık üflettim. Isındım. Yola koyuldum, garajdan çıktım. Ama "idealtepe sahil"e nerden gideceğimi bilmiyordum. Resmen doğaçlama bir şekilde minibüs yoluna çıkıp. O aşamadan sonra da lisedeki coğrafya bilgilerimi ve içgüdülerimi kullanarak "deniz, sahil ne taraftadır ?" sorusuna cevap aradım. Buldum da.

Caddebostan sahilini arada bir tinerci görerek arada bir koşu yapan insan görerek geçtim. Geçerken düşündüm. "Bu saatte koşu mu yapılır, herhalde macera seviyorlar". O sırada radyoda çalan şarkı ne de güzel yapıyorum bu saatte çıktım geziyorum dememe sebep olurken birkaç saniye sonra arabadan gelen "biiiiiip" sesiyle dikkatimi mazot göstergesine yönelttim. Biticekti 60-70 kilometre sonra. Neyseki o kadar gitmicem dedim, umursamadan devam ettim..

Öyle böyle düşüncelerle geçen 25-30 dakikalık yolculuktan sonra onu gördüm ışıklarda bekliyordu. Üşümüş gibiydi yanına yanaştım. "Gel lan geeel" dedim. "Amcaaa naber ?" dedi. "yaa nolsun yapıyoruz işte bi çılgınlık, nereye koyalım arabayı, yakın olsun da sonradan bulabilelim" diye cevap verdim. Yakın bi yer bulduk, parkettim. İndik arabadan, sahile yürüdük. Oturduk, başladık konuşmaya. Konuşurken içmeye koyulduk. Ağır ağır içerken soğuk da içimize işlemeye başlamıştı. Birazdan vücudumuz bardakımsı maddelerden içimize doldurduklarımızla dışardaki soğuğa karşı üstün bir direnç kazanıverdi. Isınmıştık.

Hava senin, su benim, kum benim, deniz senin, hayat, vapurlar, vodkanın yararları, beyliizin karameli için çalışan fırınların dereceleri ve fırınlar önünde yüzleri pişen işçiler, tekilanın tuz ve limonla kardeşliği, midenin ne kadar karıştırmaya dayanabileceği, çöldeki bahtsız bedeviler, esra ceyhanla a'dan z'ye, ibrahim tatlıses tarafından p*zevenklerin elinden kurtarılan yıldız tilbe, bu p*z*v*nklerin kimler oldukları, arnavut ciğerinin 5 para edip etmeyeceği, gazanfer özcan ve üstatlar, orhan gencebay ve esrarkeş miydi değil miydi, kolbastının ne kadar da abartıldığı, aslında hiç bir boka benzemediği, küçük maçların büyük adamları, umut sarıkaya, mahsun kırmızıgül'ün yönetmenliği, özer öcek saçmalıyor'un başarıları, tmb film ekibinin yeniden sahalara dönmesi dilekleri ve daha bunun gibi binlerce konunun konuşulup, konuşulurken kimi zaman gülünmesi, kimi zaman hüzünlenilmesi şeklinde geçen 1-1.5 saatte neşemiz yerindeydi.

Sonra koşu yapan bir adam( sanırım tam bir macerasever) yanımıza yaklaştı ve bize "gençler afiyet olsun, plastik bardağımı kaptım geldim sizi balkondan görünce" dedi. Birbirimize baktık, şişelerimize baktık. Ve ben kafa salladım söylemeliyiz gibisinden. "Hocam bizde sonuna geliyoruz şişelerin yahu" dedi. "Hah ne demek çocuklar" diyip cepli eşofman üstünden bir dürbün ve bir şişe "Olmeca Gold" çıkardı. Gözlerimiz faltaşı büyüklüğünde açılırken " Uyar mı size ?" diye ekledi. Anıl bana baktı. Ama benim aklıma demin konuştuğumuz konulardan "tekilanın tuz ve limonla kardeşliği" düştü. Bunu dile getirmem amcaya ayıp olcaktı bu yüzden " hocam siz başlayın ben geliyorum" dedim. Anıl'ın "nereye olum" demesine fırsat vermeden " bi geliyorum 5 dakkaya" dedim. Herhalde çişim geldi sandı ve "haa eywallah" dedi.

Arabaya gittim. Aklımda "tekilayı yalnız bırakmamak ve ona kardeşlerini ulaştırmak"tan başka bir de "yakıt deposunun son demlerinde süründüğü" vardı. Saat 3.50 civarıydı. Ve bu saatte açık bir şarküteri aricaktım. Bilmediğim bir semtte ve limon-tuz bulamama ihtimalime rağmen. Açık bi yer buldum ama tuz vardı sadece, limon yoktu. Dükkan sahibi limon suyu teklif etti. "Yokum" dedim. Ama "abi sende plastik çatal-bıçak da var mı ?" diye ekledim. Şanslıydım ki varmış, 3er tane aldım. Tek eksik limondu. 250-300 metre sonra bi "tekel" daha buldum. Sordum limon bulunup bulunmadığını. "Abi yok ama sana bi kıyak yapayım" dedi ve yolun karşısındaki karanlık manava gitti. Kepengi kaldırdı, bi torba aldı ve içine yaklaşık 10 tane limon koydu, koştu geldi. "Buyur abi, afiyet olsun, bizim manav Hüsrev( yada bu tarz bi isimdi galiba) abi komşumuz, anahtarı bize verir sabaha kadar açığız diye" dedi. Hoşuma gitti bu durum ve cebimden çıkan ilk parayı, 5 lirayı verdim. "İyi geceler, hayırlı işler" dedim ve arabaya atladığım gibi sahile geri döndüm, parkettim ve yanlarına geldim.

Muhabbeti ilerletmişlerdi. Beni gördüler elimde 2 torbayla gelirken ve adam " vaaay be ne düşünceli adammış bu senin arkadaşın" dedi Anıl'a. Anıl da " Evelallah" diye karışık verdi. Bıçakları, çatalları, limonları dağıttım, temiz bi peçete çıkardım cebimden, tuzu yaydım. Tekila zamanı başlamıştı. Plastik bardaklarımızın diplerine tekila doldurduk, shot miktarına yakındı herhalde. Birinci shotlardan sonra, ikinciler ve üçüncüler, limon ve tuzla birlikte sanki şerbetmişçesine boğazımızdan içimize dökülüyordu. Macera seven adam hayat hikayesini çok önemli biriymişçesine nasıl da ballandıra ballandıra anlatıyordu. Sonra cebindeki dürbünü çıkardı ve apartmanlara bakmaya başladı. "Hocam napıyosun ?! Başımızı belaya sokucan" derken, "bakın benim ev şu, hanım şimdi ne saydırıyodur arkamdan 10 yıllık şişeyi açtım diye" dedi. "Abi boşver gel adalara bakalım" dedim bu karanlıkta. "Bu karanlıkta ne adası gözüm" diye karşılık verdi. Sarhoş değildim ama bu sözümden sonra kesin düşünmüştür "hemen de çarpıldı" diye. "Doğru yaw"dan başka hiç birşey söylemedim.

Şişenin sonuna gelmeden "gençler hadi bakalım siz devam edin beni evden beklerler" dedi elini avuç içini açmış şekilde sağ sola oynatırken. "Ahh, eywallah abi, hadi iyi geceler" dedik. Gitti yine kalmıştık iki kafadar, sahil, gece, bardaklarımız, tekilamız, tuzumuz ve limonlarımızla. Saat 4.30lara gelmiş. Zamanın nasıl geçtiği anlaşılamamış ama sızma haline de gelmemiştik. "Devam mı ?" dedim, kafasını aşşağı doğru kaydırıp bi gözünü kısaraktan "devam aabi" dedi. Devam ettik. "Denize yaklaşalım abi" dedim, "abi soğuktur yaw" dedi."Ulan girmicez heralde" dicekken yanımıza üstü başı temiz bi adam yaklaştı, "gençler iyi geceler, bardağınız var mı ?, varsa bi shot atın da içelim yaw" dedi. "Ulan bizimi buluyo bu herifler yoksa her gece burası böyle mi" diye düşündük 1-2 saniye. Bi shot'dan biraz fazlasını ve kalın bir dilim de limon tuzlayıp verdik. Sevindi "haydi rastgelsin gençler" diyip yürümeye devam etti. Deniz kenarına gittik, kafalarımız sağlam gibiydi ama sağlam olmadığını kendimizi "denize girebilir miyiz lan ?" diye düşünürken bulunca anladık.

Hoş zaman geçirmiş, üstüne 1 şişe de arttırmıştık macera seven adam sayesinde. Tekila bitmiş, yorgunluk çökmüş, güneş yavaştan yüzünü gösterecek gibi olmuştu ki " gel lan bari yüzümüzü yıkayalım şu denizde bi" dedi. Düşme tehlikesine rağmen ve birbirimize "hop tutmasaydım düşüyodun" gibi espriler yaparak yüzümüzü yıkadık, ıslanmadık mı? evet ıslandık.
Sonra son şişe tekilamızı da açarken, güneşin doğuşunu izledik, resmen ana rahmine düşüşünden itibaren gözlediğimiz bir olay gibi oldu. Geceden beri gizliden gizliye takipteydik güneşi. 1-2-3-4-5. shotlar lıkır lıkır gitti. Sızmaya yakın kafamı kaldırdım ve " hop Anıl, hop Başkan" diye seslendim yanımda olmasına rağmen " hop" dedi. Baktı, "lan arabaya gidelim hadi kalk kalk doncaz" dedim. Düşe kalka arabaya gittik, limon tadı ağzımızdaydı. Arabayı sahile yakın bi yere getirdim, müzik açtım hafiften koltukları da manzaraya dalıp gidecek şekilde yatar konuma getirdik. Manzaraya dalıp, radyonun sesiyle uykuya daldık. Uyandığımda "aklına eseni yapmanın verdiği huzur" ile birlikte hafif bi başağrısı ve elimde nasıl olduğuna anlam veremediğim birkaç kesik vardı. "Anıl" dedim. "Uff iyi oldu bee" dedi. "Yapıcaksın böyle arada bi aklına eseni, huzur doldu içim" dedi. "Vay be" dedim.

Arabayı çalıştırdım, biiiiiiip sesi geldi. "Hadi seni eve atıyım ordan kaçıyım" dedim. "Şurda benzinciye gir" dedi. Girdik, arabadan indi. Pompacıya, "10 liralık at" dedi. Ben bakakalmışken kasaya gidip ödemişti bile. Nane şekeri almış, bindi arabaya " naptın yav vardı mazot" dedim, "oğlum sen gelmişsin gecenin bi vaktinde beni yalnız koymamışsın, hala ne diyosun. Al at şunu polis molis çevirirse kokma" dedi şekeri verip." Vay be" dedim, alkolün etkisinden değil de söylediklerinden duygulanmıştım. Eve bıraktım, kendim de eve gittim, yolda polis de çevirmedi. Ama olsun düşünmesi bile yeterdi.

26 Şubat 2009 Perşembe

Nejat Abi'ye İthafen...Çok da okuyo ya...

Hergün olduğu gibi sabah erken kalktı. Karga bokunu yemeden, tabiri caizse. Yüzüne su çarptı, aynada saçlarını düzeltti. Aslında tam bi düzeltme değildi bu, kalkan telleri yatırmak denilebilir. Onu diğer meslektaşlarında ayıran birinci özelliği buydu, jölesiz olan veya tam bakımsız olmayan saçları. Saate baktı, ellerine baktı birazcık karalık işlemişti ellerine.

Kahvaltısız çıktı yine. Kapıyı kitledi. Ceplerini kontrol etti, 10-15 lirası vardı. Zaten haftalık günü geliyordu. Fazlası vardı bu hafta, bu güzeldi. Cebinde aradığı aslında para değil mavi kartıydı, tüm şehri dolaşabilme biletiydi. Durağa vardığında henüz gelmemişti beklediği otobüs, 5 dakika geçtikten sonra uzaktan görüldü. Bi kaç saniye sonra durağa vardı. Hemen atladı körüklüye. Şoföre selamını verdi. Ne de olsa hergün görüyordu. Görmese bile huyudur, selam vermek emekçilere.

Hiç bişey düşünmeden geçen otobüs yolculuğu bitip de otobüsten inince, yine her sabah önünden geçip, kahvaltı niyetine simidini aldığı simitçiden simidini aldı. Dükkanın önüne geldi, kimse yoktu henüz çok erkendi saat. Kepengi gıcırdattı, anahtarı takıp kilidi açtı. Simidini tezgaha, çayı demliğe, suyu da ocağa koydu. Çay demlendi. Simidiyle çayını içti. Aynaya baktı, çalıştığı yere baktı. Mutluydu, devam ediyordu hayatı. Yarım saat sonra ustası geldi "naber lan?" dedi. Ustasını seviyordu, ustası da onu. "Sen nasılsın usta, gel simit ye, çay doldurayım" dedi. Çay doldurdu ustasına ve işine koyuldu.

Hergünkü gibi bugünde tek şarkıdan oluşan listesinin "play" tuşuna bastı. "Çekiç Sesleri" vurdu, vurdu ve vurdu kaportaya. Yaşı nerdeyse 17-18di, başındaki kavak yellerinin saçlarını üflediğini hissedebiliyordu. Yaşıtları dar sokaklarda misket oynayıp, kızlara sataşırken o kaportayı düzeltiyordu. Kırık bi aynada saçını tararken, yüzü gülüyordu. Yeterince oyun oynamıştı zaten sokaklarda. O, yaptığı işi seviyordu. Saat akşam üstü saat 6 olduğunda artık çalışma vakti bitmiş, sokakların hakimi olma vakti gelmişti. Onundu sokaklar.

Günler uzayınca daha da rahatlar, sahibi olduğu sahilinde dolaşır, oturur, keyfine bakardı.
Çekiç sesleri ile dalga sesleri arasındaki benzerliği yakalamaya çalışırken duyduğu bir "tını" yüzünün gülümsemesine hayattan ve yaşamaktan bir kaç kat daha zevk almasına vesile oldu. Gökyüzünün maviliğiyle denizin yeşilliği arasındaki farkı gözlerken gördüğü ortaklığı az önce duyduğu tınıyla birleştirip hissettiğinde bir kez daha mutlu oldu. Yaşıyordu, "herşeye rağmen" doğanın bu uyumu, imkansızlığı, mimarisi onun buna sevinmesine ve hiç bir neden bile yokken mutlu olabilmesini sağladı.

23 Şubat 2009 Pazartesi

Sağlammış Meğer

"Eğer muhabbet sağlamsa uzun zamandır görüşmemek bile onu yıkamaz", bu söz o gün adeta bir kez daha tescillendi. Uzun zaman olmuştu çoğuyla görüşmeyeli, dördüyle nerdeyse 1 yıldır görüşmüyorduk ama bir araya gelince yine eski defterler, yine anılar, yine aynı kafalar olduğu, büyük ölçüde değişmediğimiz görünüyordu.

Buluşmaya 10 dakka geç kalmış olabilirdim. Ama bu bana bozuk atçakları anlamına gelmezdi, atmadılar da. Hani değişmedik dedik ya, dışardan bakınca 5 odun gibi görünen bu 5 dost canlısı, hepsi farklı farklı eğlenceli adam yine oturulcak mekan kararsızlığı içinde sokaklar nereye götürüyorsa oraya gidiyorduk. Sonra içimizden biri " gelin bi yere gidicez tamam!" dedi. Kararsızlık içindeki bir grupta eğer bu tarz bi liderlik ortaya koyarsanız, götürdüğünüz yer hakkındaki övgüler mekanın koltuklarını kabartırken, yergiler ise sanki mekanı siz düzenlemiş, boka benzetmiş gibi birer birer sizin yüzünüzde patlar. Nitekim öyle oldu. Girdiğimiz mekanda yukarı çıktık, ses yapar, güler, yere bişeyler dökmekten bile çekinmeyebiliriz diye düşünücekken aşşağa indirilip kapı yanına oturtulmamızla, "getirceen yeri s2yim, ne salak adamsın olum, burda napçaz biz" gibi kalıplar mekanı bulanın kulaklarında çınlamaya başladı. Zaten apaçık belliydi buranın tarzı. Kapıdan giren çiftlerin haddi hesabı olmamasından. Çift olmayanlar da kızlı-erkekli gruplardı. Playlistte sürekli bi fransız, ispanyol, şili, küba tarzı slow ama ulan güzel müzikler yer alıyordu işte. Bu 5 kişiye göre değildi mekan anlicanız. Herkes içeceklerini söyledi. Nargile içen de iççeğni söledi. Sonra içimizden biri elindeki menüden garsona bi pasta göstererek( bu "kara orman pastası" ) "bunu istiyorum" dedi. Garson gitti. "Olum neydi istediğin" diye sorduğumuzda gösterdi bize "Kara Orman Pastası" olduğunu."Lan neden ismini sölemedin de BUNDAN İSTİYORUM dedin" dedik. "Lan "Kara Orman Pastası" dediğimde 2 saat konuşçaktınız"dedi. Bizi mekana getiren " ulan gittin en dandiğinden istedin, şundan isteseydin ya" dedi çilekli, frambuazlı bi pasta göstererek.

Biraz sonra nargileler ve içecekler geldi. Bizi mekana getiren, öyle acayip( bize göre acayip) birşey istemişti ki "PORTAKAL ÇAYI". Ulan bildiğimiz "oralet" diye dalga geçecekken bi demlik gelmiş hemde içinde bezi filan var, heralde güzel bişeydir derken o da aynı hızla çayı bize överken demlikten bardağa boşaltıyordu çayını. Kokladık hoş filan, tadına bakalım dedik, bakmamızla "Hassiktir şekersiz bok gibi bişey bu be, olmasa da olur bu" gibi lafları işittirdik kendisine. Ezildikçe eziliyordu. Pasta siparişi veren arkadaşımız ulan pastayı da istedik kesin boktan bişeydir diye iç geçirirken bizi mekana getiren arkadaşımız Cem " nerde kaldı lan bu senin pasta" dedi. Belli ki pastaya ortak olcaktı. Ne kadarda açıktı bu. Pasta gelmedi. İçeceklerimiz 2 kere bitti yine gelmedi. Uyardık garsonu. Yine sordu "hangisiydi sizinki" diye "buydu" cevabını aldı menüden. 5 dakka geçti yine gelmedi. Sonra yanımızdan geçen garsona "noldu bizim pasta" sorusu üzerine garsonun verdiği "haa ondan kalmamış" cevabı Cem'e sövmemiz için bize izin veren bi söz öbeği gibi gelmişti. "Geldiğimiz yere bak, müziklere bak müslüm filan çalın lan artık, aha pideci girdi kapıdan, cem kafana sıçayım yahu, hadi beyler kalkalım artık, lan yine bi çift girdi kapıdan, Kadir gelmiyo mu ya?, pilav mı yesek ki?" gibi cümleler esnasında nargile için köz getiren adam Erman'a ve bana cehennemi hissettirdi. Bunu Erman "Aha cehennem" diye dile getirdiğinde gülen adam köz bulunan zamazingoyu üstümüze doğru döker gibi yaparak mekanın bize göre olmadığını, esprilerin burda daha genel yapıldığı adeta açıklayıvermişti.

Bizi burası paklamamıştı. Daha "bize göre" bir yere gitmeliydik. Hesabı bölüşerek ödedik. Ayrı ayrı ödetmediler. Elimde kalan 50 kuruşu çıkarken masaya bırakma fikri pek cazip geldi ve yaptım. Ama kapıdan ilk çıkan bendim ve o 50 kuruş hiç de gitmesini umduğum insana gitmemişti. Kapıdan en son çıkan Erman çıkarken masadan bıraktığım parayı aldı ve cebe attı. Sinir etti beni. 5 adım sonra unuttum sinirimi, ben gerekeni yapmıştım, gururluydum.

Karnımız açtı ve tarzımıza o an uygun yemek olarak "pilav"ı seçtik. Pilavcıya girdik. Ben tuvalete gittim. Arkadaşlarım pilavlarını söylemişler. Ben de söyledim, ama söylerken, duvarlardaki pilav resimleri, televizyondaki wipe out yarışması yada birazdan yiyeceğim pilavı düşünmemi engelleyen birşey gördüm tüm garsonların yakalarında: NASA'da bile bulunmayacak derecede teknolojik, iett otobüslerindeki o "120 Tuzla-Kadıköy" yazan ışıklı tabelalar tipinde küçültülmüş ve üzerlerinde biraz fazla hızlı kaydığı için anlaşılamayan garson isimleri yazan yaka kartları( kart mı dedim!! dadaş pilavdan özür diliyorum. "Teknolojik Zuanmanzingon" dicektim).Cem'e yüklenmeler wipe out'a yaptığı yorumlar yüzünden devam ediyordu. "3 topun üzerinden atlasalar kabul etçeğni filan söylüyodu programın hakemi, yapımcısıymışçasına". "Tamam Cem sen kabul et ver 50000 tl adamlara, off bee cem kapıyodu herif parayı" gibi laflar.

Pilavları yedik, ödedik, çıktık. Batak oyniyalım dediler. Batakhane'ye giderken, çok garip birşey oldu. Kaldırımdan yürürken, apartman kapısının önünde durmuş, deri ceketli, siyah bereli, sırtında çantası olan bir adam "Arkadaşlar ! Kırmızı Tuborg'a 1 lira eksiğim kaldı" dedi. Hepimiz duraksadık, para vermedik devam ettik ama kafamızda ve ağzımızda "adamın, sırt çantası içindekileri çıkarsa tuborg fabrikasını satın alabileceği" fikri vardı. Ha bi de belki yeni çıkaracağı kitabı için malzeme peşinde koşan bi yazar.

Kahvehane gibi bi yere girdik.5 kişi batak oynayamayacağımızdan ben bi kenara oturup televizyon izlemeye başladım. Oyun, giriş-gelişme-sonuç bölümleri olarak ele alınsa, giriş sıkıcı- gelişme hareketli- sonuç ise berbat, sıkıcı ve boğucuydu.

Gelişme kısmındaki diyaloglardan oyunun kaybedeni tarafından masanın hesabının ödeneceği sonucu çıkararak bir çay daha söyledim. Ne pislik bi heriftim, çaya da bayılmazdım. Ama galiba beleş birşeyler yeme-içme isteği iştahımı kabartmıştı. Çayım geldi, içtim, bi tane daha söledim. Abarttığımı düşünürken, "hayır! bu sıkılmamın bedeli" dedim içimden, car car konuşuyordum, masadakiler kartların büyüsüne kapılmış, sanki oynadıkları sadece masaya kart atma oyunuymuşçasına hızlıca kartları atıyor, alıyorlardı. Bi bok anlamamaya başladım, çayımı, çikolatamı, oraletimi yudumlamaya devam ettim. Sonuç bölümüne geldiğimizde masaya yayılmaya başlamıştım, uykum gelmiş,sıkılmış, bir kaç kere ben gidiyorum ya dememe rağmen oyuncular tarafından "abi 10 dakkaya bitiyo zaten, ulan çay iç işte" gibi sözler duymuştum. Benle bi işleri yoktu ama gitmemi de istemiyolardı. "Ne güzelmiş, böyle yemek-içmek, arada bi eski anılardaki lafları masaya atıp onların gülerek devam ettirmelerine yol açmak" diye düşünürken, birden bir el daha bitti ve oyunculardan birinin elinde bir kağıt fazla kaldı. Yanlış oynadığını filan anlatmaya ve batması gerektiğini söylerlerken, itirazlar aldı yürüdü. Bu durumla ilgili espriler tabi devam etti.

Kendimi resmen "YANCI" olarak tanımladığım andır, puanlar birbirine yakınken masaya gelen mekan sahibinin(bu tarz yerlerde garson genelde 1 kişidir ve mekan sahibinden başkası değildir) "beyler bişey içen var mı?" sorusuna biri "yok abi" diye cevaplarken, diğerleri de cevap vermezken, sadece benim "abi ben bi kakao daha alıyım" dediğim an.

Bu tarz bir masada yancılara her zaman ihtiyaç vardır.Örneğin: televizyondaki maçı o izler ve önemli pozisyonlar için diğerlerini "bakın lan bakın" diye uyarır. Mesela, kral tv açıksa ki bu güzel kliplerin %3 gibi bi azınlıkta olduğunu gösterir (ve bu tarz mekanda daha iyi bir müzik kanalı beklemek saçmalamaktan başka birşey değildir) güzel bi klip çıkınca oyuncuları "YANCI" uyarır. Arada bi espri yaparak masayı yumuşatır, dışarı çıkıp hava almak isteyen boğazlı kazak giymiş oyuncunun yerine 1 el bakıp, ne batar ne çıkar.

Oyun bitmiyordu, 61de biticek olan oyun 58lere gelip 20lere düşüyor, sıkıyor, sıkıyor, hass*ktir çektiriyordu. Önde olanın batmaması için dua eder buldum bi ara kendimi ve ben gidiyorum dedim. Montumu giydim."Dur be olum biticek, otur otur" gibi şeyler söylüyolardı. En sonunda onlar da sıkılmaya başladılar. Bi süre sonra oyun bitti. Hesap ödendi. Otobüse binmeden önce kalkana kadar toka, sarılmaca, yok bu arap selamı yok bu arnavut selamı gibi ufak tartışmalar yaptık, sonra ben bindim otobüse kesin onlar devam etmişlerdir tartışmaya.. Otobüs kalktı, yolda "Ne güzelmiş lan bunlarla takılmak özlemişim" diye düşündüm."Şimdi biz Kadir'i sorup durduk bütün gece gelmese bile, acaba ben gelmeseydim beni de sorarlar mıydı?" diye sordum kendi kendime "sormazlardı heralde" dedim. Ama sonra tekrar düşündüm, yaşadıklarımızı, sohbetleri...Ben de bi parçaydım "kesin sorarlardı".

22 Şubat 2009 Pazar

Ararsan Çıkar Olum !

Bi resim yapayım dedim, çizdikçe çizdim. Birbirinden alakasız şeyler çıkıverdi. Saçmaladığımı farkettiğim zaman resim bitmişti bile. Baktım şöyle uzakta tutup gözlerimi kısarak ulan Salvador Dali diye bi adam geldi buraya, "İstanbulda bir sürrealist" diye g*tünüzü yırttınız, şimdi bu resme baksanız "bi boka benzemiyo" dersiniz. Halbuki Salvador öylemi derdi, tebrik eder, başarılarımın devamını dilerdi.

Kapı çaldı. Uzun bir süresi geride kalmamış bir uyku esnasında çalan kapının sesi, "rüyada mı yoksa gerçek hayatta mı kapı çalıyo ?" çelişkisine düşürebilir insanı. Nitekim düştüm de. Israrla çalan bi kapı, ertelendikçe ertelenen bir telefon alarmından daha etkilidir uyandırma kabiliyeti açısından. Uyandım. Diafon bozuk olduğu için, "kim o ?" diyemeden bastım otomatiğe. Kapıyı açtım, aşşağa "kim o ?" diye bağırdım. Gelmişti, hiç de sırası değildi, altımda tüm vücut hatlarımı belli edebilen pijamavari bi alt, üstümde ise satın alınmamış fakat her evde bulunabilen, kiminin üzerinde Burak Oto, Lipton Yellow Label, Shubuo gibi yazıları bulunan beyaz tişörtlerden biri vardı. Ayıptı lan koca adamın karşısına böyle mi çıkçaktım!?.Hemen onun 5 katı çıkma süresinde kapıyı açık bırakıp, odama koştum. Bir kenara atılmış bi pantolonla gri bi tişört geçiriverdim üstüme. Kapıya yetiştim gemişti. "Buyur geç, müzik açıktı da duymadım kapıyı, kusrabakma" dedim. "Ne demek yahu" dedi. Salona geçip, kendi evindeymiş gibi davranmasını rica ettim. Banyoya gittim, yüzümü filan yıkadım tipe baktım , "suratına s*çayım" dedim.

Salona girdiğimde, kendi evinde gibi davran sözlerimin ne kadar etki ettiğini gördüm, salonda değildi, mutfağa girmişti. "Olum kusrabakma seni de uyandırdım, bi tost yapayım da ye, sonra konuşuruz" dedi. Şaşkınlıklar denizine ayak başparmağımı sokmuştum bi kere, "bu herif sanatçı ruhlu kesin devamı gelecektir" dedim kendi kendime."Ehe nası anladın yahu, o kadar da kastım" gibi sözler sarfettim. Tıs tıs güldü. Tost hazırdı, sanki ben misafirdim de o beni ağırlıyordu.

"Yolculuk nasıl geçti" diye sordum, "iyi işte otobüs firmalarını bilirsin, topkek, çay, kraker yiye yiye geldim" dedi. Neden uçakla gelmedin dedim, göre göre geldim yolları dedi."Neler yaptın bakalım" dedi. Tost bitmişti ellerimi sildim, limonata getirmiş, onu içtim. "Açıkçası bir b*k yapamadım" dedim, "tembellik yaptım". Suratıma baktı, masanın üstündekileri gösterdi, "bunlar ne" dedi. Konusuz resimler, taslaklar, karalamalar olduğu için gösterirsem "bunları mı yaptın lan, ne bunlar a***a k*yim" diyeceğini, hayal kırıklığına uğrayıp, "ulan ben o kadar yolu bunlar için mi geldim" diyebilceğni hayal ettiğim için göstermedim.

"Ha onlar mı?, heç yav öyle saçma sapan şeyler" dedim."Tıss tıss" diye gülerek, "ulan İstanbul'da olan sürrealist benim, adam benden daha sürrealist" dedi. "Resimlerden birşey anlamadım" dedi. "Şimdi anlamak istediklerimi arıyım da anlamları ortaya çıksın" gibi karmaşık olmayan ama ilk okunuşta karmaşık gelebilecek bir cümle kurdu."Anladı lan !" dedim.
Cep telefonunmu çıkardım "hocam bi fotografın olsun anı yahu" diyip hoş bi fotoğrafını çektim.

Oturduk biraz, pıleysteyşın oynadık. Tam çok pis bi gol attım ki "çok gerçekçi lan bunlar, gerek yok" dedi, "sürrealistim ben, benim işim gerçeküstücülük" kapadı oyunu. Kalktı aynada bıyığına baktı, kenarını burdu, "bayılıyo lan buna insanlar inanabiliyo musun?" dedi."Tipime sıçayım"ı da en sonra yapıştırıverdi.

"Asiktir, Salvador abi ben de sana içeri geç dedikten sonra gittim banyoda suratıma sıçayım dedim ha, ehe ehe" dedim. Tıss tıss diye gülerek "nasıldı lan tost" dedi, "abi sana bi büfe açsak köşe olursun" dedim. Hayat dersi niteliğinde bişey söledi: "Altı yaşındayken aşçı olmak istiyordum. Yedi yaşındayken de Napolyon. O zamandan bu yana hırslarım giderek arttı".
Bu söz üstüne "Ulan napolyon olsaydın ya o zaman dallama paran olurdu, benim buzdolabımı sömürmezdin" demedim tabiki, yolluk yaptım her zamanki gibi, "Al abicim yolda için kıyılır atıştırıverirsin, yengeye çocuklara selam" dedim.

"Hadi gözüm o zaman pedere valideye selamlar, bu arada bu konuştuklarımız aramızda ha, kimseye söyleme öyle otobüs yolculuğu sevdiğimi, top kekleri löp löp götürüp, krakerleri çayın dibine düşürdüğümü filan" dedi."Ayıpsın" dedim (gerçi burda yazıyorum ama, ölmesinden önce izin almıştım), sırtımı sıvazladı."Lan! ben aşşağa inene kadar kapama kapıyı karanlıkta kalmıyım" dedi, "Sensörlerimiz var artık" dedim."Eyvallah o zaman içeriyi soğutma, kapa kapıyı" dedi. Kapadım, ama delikten bakmayı sürdürdüm, el hareketi çekti, bıyığını burdu, el salladı, indi. Gülümsedim, resimlere bakmaya gittim. Baktım, bi bok anlamadım, zaten anlamak da çözmeye yetmezdi.

2 Mocha Ortaya da Bi Menemen

Neden olmasın ki diyip girdim, boş bir masa bulup oturdum. "Nezih bir ortamda kahve türü birşeyler içip, biraz karnımı doyurrum" dedim. Sonra kapıdan onun girdiğini gördüm. "Gelsene" dememe kalmadan gördü beni, tesadüf ki o da yalnızdı. Geldi, sarıldık."Tesadüf mü bu ?" diye sordum. "Neden olmasın" dedi.

Sipariş almaya geldi garson, birbirimize baktık, "evet" dercesine başımızı salladık ve ben "bize iki moka(mocha) ortaya da bi menemen" dedim. Ekledi "biberi bol olsun" diye. Garson son siparişimizi anlamamış ve daha önce "menemen" ismini duymamış gibi bir ifadeyle, bir benim bir de onun suratına baktı. "Efendim ?" dedi. Garsona, benim tekrarlamama fırsat vermeden "2 moka bi de ortaya menemen" dedi. "Anlamadım efendim, menemen mi?" diye sordu yine garson. Ben "evet menemen, hatta bol biberli olsun" dedim."Peki efendim" diyip gitti garson, kafası karışmıştı "2 moka" aklına yatmıştı da menemenin nesine anlam verememişti. Kahveci açmışsın, Türkiye'desin, Moka diyorum anlıyosun hemen beynine komutu yolluyosun da MENEMEN gibi 36bin yıllık Türk yemeğini 3. kerede anlıyosun, hatta anlamıyosun ve şef garsonun 5 dakika sonra mokalarla birlikte bize domatesli birer sandviç getiriyor. Şef garson "bunlar ikramımız efendim" dedi. Sandviçe baktım, şef garsona baktım, uzaktan gizlice izlemeye çalışan ilk garsonumuza baktım, yavaşça montumu giyerken, şef garson "efendim noldu ?" dedi. Cana da giyinmeye başlamıştı. "Sen dur" dedim, ciddiyetimi bozmamaya çalışarak, oturdu. Sandviçleri aldım kasanın yanındaki paket bölümüne yöneldim. Sandviçleri paket yaptırdım. "Dünya"dan çıkıp arabaya yöneldim, bindim, eve doğru fırladım. Koşarak merdivenleri çıktım, artık lamba düğmelerine basmıyordum sensörlere alışmıştım. Eve girdim ayakkabıyla, bi tane yumurta tavası çıkardım, sandviçleri tost makinasında bastırdım, sıcacık oldular. Tavaya yağ döktüm yumurta kırdım domates doğradım ve bunların hepsini 5 dakikada yaptım (domatesler hazır doğranmıştı). Menemen istemiştim bi kere, durmuyordum. Sivri biber almak için buzdolabı sebzeliğine eğildim, ama yoktu. Koşarak alt komşuya indim, 3 tane sivri biber aldım, eve koştum doğrayıp menemenimin içine attım, isot, kırmızı pul biber de kattım, "bol biberli" ve süper olmuştu, gazeteye sardım. Sandviçleri de paketlerine tekrar sarıp torbaya koydum. Tavayla torbayı tutmakta zorlandım, kapıyı çektim kitledim 3 kez ve çıktım 10 dakika geçmişti. Hemen atladım arabaya elimde tavayla, tavayı koydum koltuğa. Gaza geldim ve gaza bastım, toplam 13 dakikadır yoktum ve döndüğümde yalnız kalma , ortada kalakalan bir insan olma ihtimalim vardı. Girdim "Dünya"ya. Hemen baktım ordaydı, bekliyordu. Ben olsam ben de beklerdim. "Oh be!"dedim. Elimde tava vardı. Şef garsonu çağırdım. "Sandviçleri ısttım da çatal, ve tabak alabilir miyiz ?" dedim. Hemen getirdiler. Cana elimdeki gazete kağıdından paketin ne olduğunu sordu. "Sence nedir ?" dedim. "Ha hah ha MENEMEN mi?" dedi." Şimdi sana göz kırpıcam ama elim yanıyo bunun sıcaklığından kırpmıyorum"dedim. Mokalar da soğumuştu, buz gibiydi. Yenilerini istedik. Gelir gelmez ortaya menemen'i çıkardım. Şef garson ve diğerleri bizim masaya "oha" dercesine ve hassiktirifaz bir ifadeyle bakıyolardı. "2 mocha ve ortaya menemen" hayalimiz gerçek olmuştu. Kendi hayalimizi kendimiz gerçekleştirmiştik. Sonra bütün dükkan menemen koktuğu için, ne yaptığımızın farkına vardık. Utandık mı? Hayır.!Asla.! Hesabı istedik. Kutu geldi. Cana "ben de ödicem" dedi. "Du bi dakka" dedim. TL cinsinden 3-4 moka fiyatı beklerken, üzerinde " BİZE DE YAPAR MISINIZ? AŞAĞIDA MUTFAK VAR VE BİZ ÇOK ACIKTIK" yazan bi kağıt çıktı."Ehe ehe" diye yavşak gibi güldüm. Cana'ya gösterdim, o da güldü. Oturduk, menemenimizi mokalarımızla birlikte silip süpürdük. Sonra aşağı indim. "YAPARIM" dedim. Yaptım, ama dükkanda domatesli bir tane bile sandviç kalmadı. Bütün çalışanlar doymuştu. Hemde ismini adları gibi bildikleri ama moka, filtre, frapeziko, espisekso gibi terimler arasında boğulurken unuttukları bir yemekle. "MENEMEN"le.

21 Şubat 2009 Cumartesi

Uçamamak, vazgeçememek

"Özer, ilk blog açışında herkes saçmalayabilir, senin görevin bunu minimize etmek. Şimdi adam gibi bişeyler yazmazsan blog ilk saatten boka sarcak" dedi. Haklıydı da adam akıllı bişeyler yazmaya koyuldum. İlk cümlelerim, zamanında çok dil döküp bağlayamadığım reggae ve marihuananın beşiği ülke olan "Jamaika" kökenli, siyahi platonik aşkım Portia'nın ne kadar zarif , bir o kadarda larç bir kız olduğunu anlatmakla geçecekken dedim ki: "lan özer kafan mı iyi? ne jamaikasından bahsediyosun, ne diyosun olum ne siyahisi, sitenin ismine uymamalı yazdıkların" kendime geldim aniden.

Telefon çaldı, açtım. 1-2 kere çalmasını bekledim de açtım hatta, uyurken telefon çalması, gerçek mi rüya mı? çelişkisine düşürür insanı. "Özer naber aaabi ?" dedi. "iyidir nolsun yatıyodum yahu" dedim. "Hadi çıkıyoruz alıcam seni uçmaya gidiyoruz" dedi. "Kemküm ne uçması" demeye kalmadan aşşağdan korna sesi geldi, gelmiş illa gidicez uççaz. Altıma kotu giydim, üstüme de gri önünde kıçı başı belirsiz bi çizgi adam olan tişörtümü(çok sevdim onu), beremi aldım ayakkablarımı giydim, anahtarı da tam kapı kapanırken aldım, hızla inerken lambaya bastım, ama bu sadece bi alışkanlıktı, sensörlüydü artık lambalarımız. Hızlıca inerken birden "beklesin lan" dedim, "arayan o hemen damlayan o" dedim yavaşladım. Ağır ağır ön koltuga yöneldim, yönelmekle kalmadım, bindim, "kimse yok mu lan ?" dedim. "Abi sonradan katılcaklar bize" dedi, "tamam bişeyler alalım bakkaldan" dedim "açım yeni uyandım, uyandırdın". Bu arada uyku sersemliğiyle uçmaya gidiyoruz dediğinde hemen okeylemiştim ya, arabada da sormadım "ne uçması lan ?" diye. 45-50 dakka yol gittik, ben yol boyunca bakkaldan aldığım abur-cuburlarla doyurdum karnımı, onun "çok yeme ha !" uyarılarına rağmen. " Yahu neden sormadın hiç, ne uçması diye ?" dedi. "Ne sorcam oğlum, yine bi komiklik yapıcazdır heralde" dedim, aslında içim içimi yiyordu da msn ifadesi tadındaki cool'luğum kaçmasın diye cool cevap veriverdim. "Ehe ehe" diye yavşak gibi güldü. Radyoyu açtım, rastgele parçalar çalarken birden yavaşladı. Bi vadiye geldik durdu. Arabanın kapılarını , radyodan da launç efem'i açtı, kafalar rahatladı.

"e nabıcaz biz burda ?" dedim. Arabanın bagajına doğru gitti, "abi bak ne var burda" dedi. "Oha !" karşılığını vermemin üstüne bir de "ulan insanız biz manyak mısın? ne uçması? çakılırız, pekmezimiz akar, kan gelir kulağımızdan" sözlerini işittirdim kulaklarına. " abi uçmak istersen bi s*k de olmaz" dedi. 4-6 tane kocaman kanat çıkarmıştı hep beraber uçarız diye. Sonra bi araba daha geldi. Timoti'ler(timoti ne mnakoyim) filan gelmişti. Timoti "hasiktirin lan manyak mısınız ?!!" dedi .Tam benim kafada adammış dedim o anda, hiç riske girmeye gerek yok ölmüyoruz zaten iyi böyle diyodum ben de.

Aldı bu kanatları, taktı, uçurumdan denize doğru atlayıverdi(varya en az 75-80 metre)." Ulan bu ne kendinden eminlik, ne cesaret, insan bi helallik alır, adama bak gitti, geberdi" dedim, birden uçmaya başladı. Resmen (resim olarak) uçuyordu herif. Demişti ya "uçmak istersen bi s*k de olmaz" diye. "Adam uçmak istemiş" dedirtti bu davranışı bana. Timoti'nin arabasıyla gelen bi kız arkadaş da aldı kanatları "nası yapıyoruz yaaaa" filan derken uçan adam geldi uçaraktan " Sen nası bi insansın olum çılgın mısın, insan mısın, oha" filan dedim. yine yavşak gibi güldü. Kızın kafasını tuttu, "uçmak istiyor musun?" diye sordu. Kız durakladı, "eee evet" dedi. "Lan manyak geberirsin" dedi. "Bakma ben uçuyorum da keyiften mi uçuyorum" gibi şeyler anlattı. Bana baktı, " Özer, sen uçmak istiyosun olum" dedi. Arabanın camından yansıyan görüntüme baktım, "İSTİYORDU". Ama o uçmicaktı ki yada o ölmicekti ki ben ölcektim, kafayı ben yarcaktım, ben g*te gelcektim.

"Ehe ehe" diye yavşak yavşak güldüm."Yok be abi ne uçması" diyodum, bu arada araba camından yansıyan ben kanatları takmıştı bile. "Özer istersen uçarsın be!" dedi uçan adam. "Uçar mıyım be" dedim. Yansıyan Özer "EVET" babında kafa sallıyordu, sırtında kanatlarla. Uçurumun kenarına geldim, "hooop" diye itti beni ibn*nin oğlu. Düşüyordum, ama uçmak filan yok bariz düşüyodum. Düşerken "lan istiyorum, uçucaaaam, çok istiyoruuuuuum" diye bağrıp durdum bi umut belki harbi uçarım diye. Yere 1-2 metre kala uçarak geldi bu uçtuğumu göremeyince tuttu beni çıkardı yukarı." Napıyosun lan p*zeveeek, geberiyodum g**öööt" diye bağrıp çağırmaya başladım."Abi kusrabakma yaw, öyle aşşağa bakınca sen birden ittiriverdim, havuz şakası gibi ehe ehe" dedi yavşak yavşak gülerken.

Ama güzeldi ha, uçmak istiyodum şimdi. Çok istiyodum, "uçarım lan heralde" dedim kendi kendime. Kimse uçmadı, kimsenin kafası filan yarılmadı, kimse riske girmedi, o manyaktan başka. Eve dönerken, uçmaktan bahsettik. Bana "sadece sen uçarsın onların hepsi tırt, gözlerindekini gördüm onların, bi s*k yapamazlar" gibi gaz laflar söyleyip durdu. Hiç gaza gelmedim, o 1-2 metre kalan yerdeydim o an, hem hayatımı kurtarmıştı, hem ağzıma s*çmıştı bu herif. Eve bıraktı beni, arabadan inerken "bi çift de kanat al, dekoratif bunlar" dedi. Apartmana girdim, lambaya bastım (yine boşuna çünkü artık sensörler var ehe), eve girdim. Koydum kenara kanatları, bi şeyler yedim, yattım, yorgunluk, g*t korkusu, kafadaki düşünceler ve en önemlisi uçma düşüncesi - belki de rüyalarda ha Özer? diye - beni hemen uyutuverdi.

Rüya görmeden veya görüpte hatırlamadan kalktığım ender sabahlardan birine uyandım. "Ulan yoksa herifin uçması filan rüyamıydı" derken kanatları gördüm, değilmiş.

Uçmam lazımdı, kanatları aldım, kaskımı da, atladım BMW motoruma - harika bir motordur, ayağı yerden keser- o vadiye gitmek için, hiç bişey yememiştim, yola çıkmadan bakkaldan bişeyler aldım, vadiye varınca yedim filan. Çimenlere uzandım. Çok savunmasızdım, etraftan vahşi hayvan filan gelse sıçmıştım yani. Düşündüm uçmayı, "uçmak istersen bi s*k de olmaz" sözleri yankılandı kafamda. İstiyodum lan, çok pis bi istekti bu, gittim uçurumun kenarına, bıraktım kendimi, ama aynı yerde değildim 10-15 metrelik kısımdaydım. O heycanla kanatları takmayı unutmuşum. Kolum kırıldı yada çatladı (kırılsa duramazdım), kafam yarıldı. Ulan ne heycanmış, koşa koşa geri geldim. İlk yardım çantasından bi kaç şey çıkardım, kolumu sardım, kafama gazlı bezle filan bastırdım, pansuman tarzı bişeyler yaptım.

Çok istiyordum lan uçmayı çooook. Kendime geldim, su içtim, biraz da red bull (reklamın etkisinden değil, öyle enerji versin diye). Aldım kanatları taktım sırtıma, güneş gözlüklerini de taktım gözüme, havalı oldugum kadar manyaktım da o an. Motorumu 75-80 metrelik kısma sürdüm. Vardığımda "geldin işte, dekorasyon için vermedik sana o kanatları heralde, gerçekten istersen bi s*k olmaz" yazan bi karton buldum, gülümsedim.

Kanatları çıkardım, pantolonu da, ayakkabları da, don atlet kaldım diyelim. Hafifledim yaw. Gözlük ve kaskı çıkarmadım, "neme lazım lan kafadan ölmeyek" dedim. Kanatsızdım. Uçurumun kenarına geldim, "istiyo muyum lan ?" diye sordum kendime, cevap vermedim. Atladım. Düşüyordum, aklımda uçabilmek vardı, uçamamak da olsa uçmaktan vazgeçmemek. Gözlerimi kapadım. Uçuyodum. Gerçekten istemişim galba ki bi s*k olmadı. Bi kaç tur attım denizin üstünde ama yorgunluk verdi. Döndüm, vadiye indiğimde "İsteyince kanatsız da olurdu, kanat bahanesiydi zaten" yazan bi karton buldum. Gülümsedim. Oh be dedim. Rahatladım.

20 Şubat 2009 Cuma

Blog Açma Kararı

Okuldan gelmiş, 2. öğretim öğrencisinin hele de eve servis aracıyla 2 saatlik mesafede okuyorsa, gündüzleri torbaya girdiğinden geceleri birden gündüzü olmaya başlayıverir.Ben de bu durumdaydım,halen bu durumdayım, şunu yazarken bile(şunu işte bunu) sonra baktım internete, "bu sonsuz bir derya. neden ben de bir şeyler yazmıyor, kafamdakileri -kimse okumayacaksa bile- başkalarıyla paylaşmıyorumki?" dedim.

Baktım, zaman zaman gördüğüm blogspot'a bi gireyim nası oluyomuş bu işler diye araştırayım dedim. araştırmama gerek kalmadı zaten google'a üyeysen burayı da kullanabiliyomuşsun. önce isim buldum(k), blog içinde saçmayalabileceğimi öngörerek ve dicle (dicle bizim dicle, hayatımın anlamı ( bunu zorla yazmıyorum gerçekten valla ehe)) ile uzun beyin fırtınaları sonucu bu isimde karar kıldık. (eğer saçmalamassam da mütevazı olur diye ehe)(e saçmalarsam da boşuna yazmadık heralde sitenin adını özeröceksaçmalıyor diye deriz dedik) bu iyi oldu. sonra şablon seçmeye geldik, yine asistanım dicle ile yaptıgımız toplantı sonucunda bu temada karar kıldık, olmazsa değiştirebildiğimizi hayal etmiştim, hayalim meğersem gerçekmiş.olmazsa değiştirriz.

Şablon seçtikten sonra iş bitti. yazı yazmaya geldi, ilk yazı da dedim ki bu konu olsun. neden blog, neden yazıyorum, kafam mı iyi?.

Evet Blog, neden mii? bilmem güzel olur diye düşündüm
Neden Yazıyorum ? arada bi de çizdiklerimi de koycam sadece yazmıycam zaten yaw.
Kafam mı iyi? Kafam genel manada iyi.İyi bir kafaya sahibim evet.