26 Şubat 2009 Perşembe

Nejat Abi'ye İthafen...Çok da okuyo ya...

Hergün olduğu gibi sabah erken kalktı. Karga bokunu yemeden, tabiri caizse. Yüzüne su çarptı, aynada saçlarını düzeltti. Aslında tam bi düzeltme değildi bu, kalkan telleri yatırmak denilebilir. Onu diğer meslektaşlarında ayıran birinci özelliği buydu, jölesiz olan veya tam bakımsız olmayan saçları. Saate baktı, ellerine baktı birazcık karalık işlemişti ellerine.

Kahvaltısız çıktı yine. Kapıyı kitledi. Ceplerini kontrol etti, 10-15 lirası vardı. Zaten haftalık günü geliyordu. Fazlası vardı bu hafta, bu güzeldi. Cebinde aradığı aslında para değil mavi kartıydı, tüm şehri dolaşabilme biletiydi. Durağa vardığında henüz gelmemişti beklediği otobüs, 5 dakika geçtikten sonra uzaktan görüldü. Bi kaç saniye sonra durağa vardı. Hemen atladı körüklüye. Şoföre selamını verdi. Ne de olsa hergün görüyordu. Görmese bile huyudur, selam vermek emekçilere.

Hiç bişey düşünmeden geçen otobüs yolculuğu bitip de otobüsten inince, yine her sabah önünden geçip, kahvaltı niyetine simidini aldığı simitçiden simidini aldı. Dükkanın önüne geldi, kimse yoktu henüz çok erkendi saat. Kepengi gıcırdattı, anahtarı takıp kilidi açtı. Simidini tezgaha, çayı demliğe, suyu da ocağa koydu. Çay demlendi. Simidiyle çayını içti. Aynaya baktı, çalıştığı yere baktı. Mutluydu, devam ediyordu hayatı. Yarım saat sonra ustası geldi "naber lan?" dedi. Ustasını seviyordu, ustası da onu. "Sen nasılsın usta, gel simit ye, çay doldurayım" dedi. Çay doldurdu ustasına ve işine koyuldu.

Hergünkü gibi bugünde tek şarkıdan oluşan listesinin "play" tuşuna bastı. "Çekiç Sesleri" vurdu, vurdu ve vurdu kaportaya. Yaşı nerdeyse 17-18di, başındaki kavak yellerinin saçlarını üflediğini hissedebiliyordu. Yaşıtları dar sokaklarda misket oynayıp, kızlara sataşırken o kaportayı düzeltiyordu. Kırık bi aynada saçını tararken, yüzü gülüyordu. Yeterince oyun oynamıştı zaten sokaklarda. O, yaptığı işi seviyordu. Saat akşam üstü saat 6 olduğunda artık çalışma vakti bitmiş, sokakların hakimi olma vakti gelmişti. Onundu sokaklar.

Günler uzayınca daha da rahatlar, sahibi olduğu sahilinde dolaşır, oturur, keyfine bakardı.
Çekiç sesleri ile dalga sesleri arasındaki benzerliği yakalamaya çalışırken duyduğu bir "tını" yüzünün gülümsemesine hayattan ve yaşamaktan bir kaç kat daha zevk almasına vesile oldu. Gökyüzünün maviliğiyle denizin yeşilliği arasındaki farkı gözlerken gördüğü ortaklığı az önce duyduğu tınıyla birleştirip hissettiğinde bir kez daha mutlu oldu. Yaşıyordu, "herşeye rağmen" doğanın bu uyumu, imkansızlığı, mimarisi onun buna sevinmesine ve hiç bir neden bile yokken mutlu olabilmesini sağladı.

23 Şubat 2009 Pazartesi

Sağlammış Meğer

"Eğer muhabbet sağlamsa uzun zamandır görüşmemek bile onu yıkamaz", bu söz o gün adeta bir kez daha tescillendi. Uzun zaman olmuştu çoğuyla görüşmeyeli, dördüyle nerdeyse 1 yıldır görüşmüyorduk ama bir araya gelince yine eski defterler, yine anılar, yine aynı kafalar olduğu, büyük ölçüde değişmediğimiz görünüyordu.

Buluşmaya 10 dakka geç kalmış olabilirdim. Ama bu bana bozuk atçakları anlamına gelmezdi, atmadılar da. Hani değişmedik dedik ya, dışardan bakınca 5 odun gibi görünen bu 5 dost canlısı, hepsi farklı farklı eğlenceli adam yine oturulcak mekan kararsızlığı içinde sokaklar nereye götürüyorsa oraya gidiyorduk. Sonra içimizden biri " gelin bi yere gidicez tamam!" dedi. Kararsızlık içindeki bir grupta eğer bu tarz bi liderlik ortaya koyarsanız, götürdüğünüz yer hakkındaki övgüler mekanın koltuklarını kabartırken, yergiler ise sanki mekanı siz düzenlemiş, boka benzetmiş gibi birer birer sizin yüzünüzde patlar. Nitekim öyle oldu. Girdiğimiz mekanda yukarı çıktık, ses yapar, güler, yere bişeyler dökmekten bile çekinmeyebiliriz diye düşünücekken aşşağa indirilip kapı yanına oturtulmamızla, "getirceen yeri s2yim, ne salak adamsın olum, burda napçaz biz" gibi kalıplar mekanı bulanın kulaklarında çınlamaya başladı. Zaten apaçık belliydi buranın tarzı. Kapıdan giren çiftlerin haddi hesabı olmamasından. Çift olmayanlar da kızlı-erkekli gruplardı. Playlistte sürekli bi fransız, ispanyol, şili, küba tarzı slow ama ulan güzel müzikler yer alıyordu işte. Bu 5 kişiye göre değildi mekan anlicanız. Herkes içeceklerini söyledi. Nargile içen de iççeğni söledi. Sonra içimizden biri elindeki menüden garsona bi pasta göstererek( bu "kara orman pastası" ) "bunu istiyorum" dedi. Garson gitti. "Olum neydi istediğin" diye sorduğumuzda gösterdi bize "Kara Orman Pastası" olduğunu."Lan neden ismini sölemedin de BUNDAN İSTİYORUM dedin" dedik. "Lan "Kara Orman Pastası" dediğimde 2 saat konuşçaktınız"dedi. Bizi mekana getiren " ulan gittin en dandiğinden istedin, şundan isteseydin ya" dedi çilekli, frambuazlı bi pasta göstererek.

Biraz sonra nargileler ve içecekler geldi. Bizi mekana getiren, öyle acayip( bize göre acayip) birşey istemişti ki "PORTAKAL ÇAYI". Ulan bildiğimiz "oralet" diye dalga geçecekken bi demlik gelmiş hemde içinde bezi filan var, heralde güzel bişeydir derken o da aynı hızla çayı bize överken demlikten bardağa boşaltıyordu çayını. Kokladık hoş filan, tadına bakalım dedik, bakmamızla "Hassiktir şekersiz bok gibi bişey bu be, olmasa da olur bu" gibi lafları işittirdik kendisine. Ezildikçe eziliyordu. Pasta siparişi veren arkadaşımız ulan pastayı da istedik kesin boktan bişeydir diye iç geçirirken bizi mekana getiren arkadaşımız Cem " nerde kaldı lan bu senin pasta" dedi. Belli ki pastaya ortak olcaktı. Ne kadarda açıktı bu. Pasta gelmedi. İçeceklerimiz 2 kere bitti yine gelmedi. Uyardık garsonu. Yine sordu "hangisiydi sizinki" diye "buydu" cevabını aldı menüden. 5 dakka geçti yine gelmedi. Sonra yanımızdan geçen garsona "noldu bizim pasta" sorusu üzerine garsonun verdiği "haa ondan kalmamış" cevabı Cem'e sövmemiz için bize izin veren bi söz öbeği gibi gelmişti. "Geldiğimiz yere bak, müziklere bak müslüm filan çalın lan artık, aha pideci girdi kapıdan, cem kafana sıçayım yahu, hadi beyler kalkalım artık, lan yine bi çift girdi kapıdan, Kadir gelmiyo mu ya?, pilav mı yesek ki?" gibi cümleler esnasında nargile için köz getiren adam Erman'a ve bana cehennemi hissettirdi. Bunu Erman "Aha cehennem" diye dile getirdiğinde gülen adam köz bulunan zamazingoyu üstümüze doğru döker gibi yaparak mekanın bize göre olmadığını, esprilerin burda daha genel yapıldığı adeta açıklayıvermişti.

Bizi burası paklamamıştı. Daha "bize göre" bir yere gitmeliydik. Hesabı bölüşerek ödedik. Ayrı ayrı ödetmediler. Elimde kalan 50 kuruşu çıkarken masaya bırakma fikri pek cazip geldi ve yaptım. Ama kapıdan ilk çıkan bendim ve o 50 kuruş hiç de gitmesini umduğum insana gitmemişti. Kapıdan en son çıkan Erman çıkarken masadan bıraktığım parayı aldı ve cebe attı. Sinir etti beni. 5 adım sonra unuttum sinirimi, ben gerekeni yapmıştım, gururluydum.

Karnımız açtı ve tarzımıza o an uygun yemek olarak "pilav"ı seçtik. Pilavcıya girdik. Ben tuvalete gittim. Arkadaşlarım pilavlarını söylemişler. Ben de söyledim, ama söylerken, duvarlardaki pilav resimleri, televizyondaki wipe out yarışması yada birazdan yiyeceğim pilavı düşünmemi engelleyen birşey gördüm tüm garsonların yakalarında: NASA'da bile bulunmayacak derecede teknolojik, iett otobüslerindeki o "120 Tuzla-Kadıköy" yazan ışıklı tabelalar tipinde küçültülmüş ve üzerlerinde biraz fazla hızlı kaydığı için anlaşılamayan garson isimleri yazan yaka kartları( kart mı dedim!! dadaş pilavdan özür diliyorum. "Teknolojik Zuanmanzingon" dicektim).Cem'e yüklenmeler wipe out'a yaptığı yorumlar yüzünden devam ediyordu. "3 topun üzerinden atlasalar kabul etçeğni filan söylüyodu programın hakemi, yapımcısıymışçasına". "Tamam Cem sen kabul et ver 50000 tl adamlara, off bee cem kapıyodu herif parayı" gibi laflar.

Pilavları yedik, ödedik, çıktık. Batak oyniyalım dediler. Batakhane'ye giderken, çok garip birşey oldu. Kaldırımdan yürürken, apartman kapısının önünde durmuş, deri ceketli, siyah bereli, sırtında çantası olan bir adam "Arkadaşlar ! Kırmızı Tuborg'a 1 lira eksiğim kaldı" dedi. Hepimiz duraksadık, para vermedik devam ettik ama kafamızda ve ağzımızda "adamın, sırt çantası içindekileri çıkarsa tuborg fabrikasını satın alabileceği" fikri vardı. Ha bi de belki yeni çıkaracağı kitabı için malzeme peşinde koşan bi yazar.

Kahvehane gibi bi yere girdik.5 kişi batak oynayamayacağımızdan ben bi kenara oturup televizyon izlemeye başladım. Oyun, giriş-gelişme-sonuç bölümleri olarak ele alınsa, giriş sıkıcı- gelişme hareketli- sonuç ise berbat, sıkıcı ve boğucuydu.

Gelişme kısmındaki diyaloglardan oyunun kaybedeni tarafından masanın hesabının ödeneceği sonucu çıkararak bir çay daha söyledim. Ne pislik bi heriftim, çaya da bayılmazdım. Ama galiba beleş birşeyler yeme-içme isteği iştahımı kabartmıştı. Çayım geldi, içtim, bi tane daha söledim. Abarttığımı düşünürken, "hayır! bu sıkılmamın bedeli" dedim içimden, car car konuşuyordum, masadakiler kartların büyüsüne kapılmış, sanki oynadıkları sadece masaya kart atma oyunuymuşçasına hızlıca kartları atıyor, alıyorlardı. Bi bok anlamamaya başladım, çayımı, çikolatamı, oraletimi yudumlamaya devam ettim. Sonuç bölümüne geldiğimizde masaya yayılmaya başlamıştım, uykum gelmiş,sıkılmış, bir kaç kere ben gidiyorum ya dememe rağmen oyuncular tarafından "abi 10 dakkaya bitiyo zaten, ulan çay iç işte" gibi sözler duymuştum. Benle bi işleri yoktu ama gitmemi de istemiyolardı. "Ne güzelmiş, böyle yemek-içmek, arada bi eski anılardaki lafları masaya atıp onların gülerek devam ettirmelerine yol açmak" diye düşünürken, birden bir el daha bitti ve oyunculardan birinin elinde bir kağıt fazla kaldı. Yanlış oynadığını filan anlatmaya ve batması gerektiğini söylerlerken, itirazlar aldı yürüdü. Bu durumla ilgili espriler tabi devam etti.

Kendimi resmen "YANCI" olarak tanımladığım andır, puanlar birbirine yakınken masaya gelen mekan sahibinin(bu tarz yerlerde garson genelde 1 kişidir ve mekan sahibinden başkası değildir) "beyler bişey içen var mı?" sorusuna biri "yok abi" diye cevaplarken, diğerleri de cevap vermezken, sadece benim "abi ben bi kakao daha alıyım" dediğim an.

Bu tarz bir masada yancılara her zaman ihtiyaç vardır.Örneğin: televizyondaki maçı o izler ve önemli pozisyonlar için diğerlerini "bakın lan bakın" diye uyarır. Mesela, kral tv açıksa ki bu güzel kliplerin %3 gibi bi azınlıkta olduğunu gösterir (ve bu tarz mekanda daha iyi bir müzik kanalı beklemek saçmalamaktan başka birşey değildir) güzel bi klip çıkınca oyuncuları "YANCI" uyarır. Arada bi espri yaparak masayı yumuşatır, dışarı çıkıp hava almak isteyen boğazlı kazak giymiş oyuncunun yerine 1 el bakıp, ne batar ne çıkar.

Oyun bitmiyordu, 61de biticek olan oyun 58lere gelip 20lere düşüyor, sıkıyor, sıkıyor, hass*ktir çektiriyordu. Önde olanın batmaması için dua eder buldum bi ara kendimi ve ben gidiyorum dedim. Montumu giydim."Dur be olum biticek, otur otur" gibi şeyler söylüyolardı. En sonunda onlar da sıkılmaya başladılar. Bi süre sonra oyun bitti. Hesap ödendi. Otobüse binmeden önce kalkana kadar toka, sarılmaca, yok bu arap selamı yok bu arnavut selamı gibi ufak tartışmalar yaptık, sonra ben bindim otobüse kesin onlar devam etmişlerdir tartışmaya.. Otobüs kalktı, yolda "Ne güzelmiş lan bunlarla takılmak özlemişim" diye düşündüm."Şimdi biz Kadir'i sorup durduk bütün gece gelmese bile, acaba ben gelmeseydim beni de sorarlar mıydı?" diye sordum kendi kendime "sormazlardı heralde" dedim. Ama sonra tekrar düşündüm, yaşadıklarımızı, sohbetleri...Ben de bi parçaydım "kesin sorarlardı".

22 Şubat 2009 Pazar

Ararsan Çıkar Olum !

Bi resim yapayım dedim, çizdikçe çizdim. Birbirinden alakasız şeyler çıkıverdi. Saçmaladığımı farkettiğim zaman resim bitmişti bile. Baktım şöyle uzakta tutup gözlerimi kısarak ulan Salvador Dali diye bi adam geldi buraya, "İstanbulda bir sürrealist" diye g*tünüzü yırttınız, şimdi bu resme baksanız "bi boka benzemiyo" dersiniz. Halbuki Salvador öylemi derdi, tebrik eder, başarılarımın devamını dilerdi.

Kapı çaldı. Uzun bir süresi geride kalmamış bir uyku esnasında çalan kapının sesi, "rüyada mı yoksa gerçek hayatta mı kapı çalıyo ?" çelişkisine düşürebilir insanı. Nitekim düştüm de. Israrla çalan bi kapı, ertelendikçe ertelenen bir telefon alarmından daha etkilidir uyandırma kabiliyeti açısından. Uyandım. Diafon bozuk olduğu için, "kim o ?" diyemeden bastım otomatiğe. Kapıyı açtım, aşşağa "kim o ?" diye bağırdım. Gelmişti, hiç de sırası değildi, altımda tüm vücut hatlarımı belli edebilen pijamavari bi alt, üstümde ise satın alınmamış fakat her evde bulunabilen, kiminin üzerinde Burak Oto, Lipton Yellow Label, Shubuo gibi yazıları bulunan beyaz tişörtlerden biri vardı. Ayıptı lan koca adamın karşısına böyle mi çıkçaktım!?.Hemen onun 5 katı çıkma süresinde kapıyı açık bırakıp, odama koştum. Bir kenara atılmış bi pantolonla gri bi tişört geçiriverdim üstüme. Kapıya yetiştim gemişti. "Buyur geç, müzik açıktı da duymadım kapıyı, kusrabakma" dedim. "Ne demek yahu" dedi. Salona geçip, kendi evindeymiş gibi davranmasını rica ettim. Banyoya gittim, yüzümü filan yıkadım tipe baktım , "suratına s*çayım" dedim.

Salona girdiğimde, kendi evinde gibi davran sözlerimin ne kadar etki ettiğini gördüm, salonda değildi, mutfağa girmişti. "Olum kusrabakma seni de uyandırdım, bi tost yapayım da ye, sonra konuşuruz" dedi. Şaşkınlıklar denizine ayak başparmağımı sokmuştum bi kere, "bu herif sanatçı ruhlu kesin devamı gelecektir" dedim kendi kendime."Ehe nası anladın yahu, o kadar da kastım" gibi sözler sarfettim. Tıs tıs güldü. Tost hazırdı, sanki ben misafirdim de o beni ağırlıyordu.

"Yolculuk nasıl geçti" diye sordum, "iyi işte otobüs firmalarını bilirsin, topkek, çay, kraker yiye yiye geldim" dedi. Neden uçakla gelmedin dedim, göre göre geldim yolları dedi."Neler yaptın bakalım" dedi. Tost bitmişti ellerimi sildim, limonata getirmiş, onu içtim. "Açıkçası bir b*k yapamadım" dedim, "tembellik yaptım". Suratıma baktı, masanın üstündekileri gösterdi, "bunlar ne" dedi. Konusuz resimler, taslaklar, karalamalar olduğu için gösterirsem "bunları mı yaptın lan, ne bunlar a***a k*yim" diyeceğini, hayal kırıklığına uğrayıp, "ulan ben o kadar yolu bunlar için mi geldim" diyebilceğni hayal ettiğim için göstermedim.

"Ha onlar mı?, heç yav öyle saçma sapan şeyler" dedim."Tıss tıss" diye gülerek, "ulan İstanbul'da olan sürrealist benim, adam benden daha sürrealist" dedi. "Resimlerden birşey anlamadım" dedi. "Şimdi anlamak istediklerimi arıyım da anlamları ortaya çıksın" gibi karmaşık olmayan ama ilk okunuşta karmaşık gelebilecek bir cümle kurdu."Anladı lan !" dedim.
Cep telefonunmu çıkardım "hocam bi fotografın olsun anı yahu" diyip hoş bi fotoğrafını çektim.

Oturduk biraz, pıleysteyşın oynadık. Tam çok pis bi gol attım ki "çok gerçekçi lan bunlar, gerek yok" dedi, "sürrealistim ben, benim işim gerçeküstücülük" kapadı oyunu. Kalktı aynada bıyığına baktı, kenarını burdu, "bayılıyo lan buna insanlar inanabiliyo musun?" dedi."Tipime sıçayım"ı da en sonra yapıştırıverdi.

"Asiktir, Salvador abi ben de sana içeri geç dedikten sonra gittim banyoda suratıma sıçayım dedim ha, ehe ehe" dedim. Tıss tıss diye gülerek "nasıldı lan tost" dedi, "abi sana bi büfe açsak köşe olursun" dedim. Hayat dersi niteliğinde bişey söledi: "Altı yaşındayken aşçı olmak istiyordum. Yedi yaşındayken de Napolyon. O zamandan bu yana hırslarım giderek arttı".
Bu söz üstüne "Ulan napolyon olsaydın ya o zaman dallama paran olurdu, benim buzdolabımı sömürmezdin" demedim tabiki, yolluk yaptım her zamanki gibi, "Al abicim yolda için kıyılır atıştırıverirsin, yengeye çocuklara selam" dedim.

"Hadi gözüm o zaman pedere valideye selamlar, bu arada bu konuştuklarımız aramızda ha, kimseye söyleme öyle otobüs yolculuğu sevdiğimi, top kekleri löp löp götürüp, krakerleri çayın dibine düşürdüğümü filan" dedi."Ayıpsın" dedim (gerçi burda yazıyorum ama, ölmesinden önce izin almıştım), sırtımı sıvazladı."Lan! ben aşşağa inene kadar kapama kapıyı karanlıkta kalmıyım" dedi, "Sensörlerimiz var artık" dedim."Eyvallah o zaman içeriyi soğutma, kapa kapıyı" dedi. Kapadım, ama delikten bakmayı sürdürdüm, el hareketi çekti, bıyığını burdu, el salladı, indi. Gülümsedim, resimlere bakmaya gittim. Baktım, bi bok anlamadım, zaten anlamak da çözmeye yetmezdi.

2 Mocha Ortaya da Bi Menemen

Neden olmasın ki diyip girdim, boş bir masa bulup oturdum. "Nezih bir ortamda kahve türü birşeyler içip, biraz karnımı doyurrum" dedim. Sonra kapıdan onun girdiğini gördüm. "Gelsene" dememe kalmadan gördü beni, tesadüf ki o da yalnızdı. Geldi, sarıldık."Tesadüf mü bu ?" diye sordum. "Neden olmasın" dedi.

Sipariş almaya geldi garson, birbirimize baktık, "evet" dercesine başımızı salladık ve ben "bize iki moka(mocha) ortaya da bi menemen" dedim. Ekledi "biberi bol olsun" diye. Garson son siparişimizi anlamamış ve daha önce "menemen" ismini duymamış gibi bir ifadeyle, bir benim bir de onun suratına baktı. "Efendim ?" dedi. Garsona, benim tekrarlamama fırsat vermeden "2 moka bi de ortaya menemen" dedi. "Anlamadım efendim, menemen mi?" diye sordu yine garson. Ben "evet menemen, hatta bol biberli olsun" dedim."Peki efendim" diyip gitti garson, kafası karışmıştı "2 moka" aklına yatmıştı da menemenin nesine anlam verememişti. Kahveci açmışsın, Türkiye'desin, Moka diyorum anlıyosun hemen beynine komutu yolluyosun da MENEMEN gibi 36bin yıllık Türk yemeğini 3. kerede anlıyosun, hatta anlamıyosun ve şef garsonun 5 dakika sonra mokalarla birlikte bize domatesli birer sandviç getiriyor. Şef garson "bunlar ikramımız efendim" dedi. Sandviçe baktım, şef garsona baktım, uzaktan gizlice izlemeye çalışan ilk garsonumuza baktım, yavaşça montumu giyerken, şef garson "efendim noldu ?" dedi. Cana da giyinmeye başlamıştı. "Sen dur" dedim, ciddiyetimi bozmamaya çalışarak, oturdu. Sandviçleri aldım kasanın yanındaki paket bölümüne yöneldim. Sandviçleri paket yaptırdım. "Dünya"dan çıkıp arabaya yöneldim, bindim, eve doğru fırladım. Koşarak merdivenleri çıktım, artık lamba düğmelerine basmıyordum sensörlere alışmıştım. Eve girdim ayakkabıyla, bi tane yumurta tavası çıkardım, sandviçleri tost makinasında bastırdım, sıcacık oldular. Tavaya yağ döktüm yumurta kırdım domates doğradım ve bunların hepsini 5 dakikada yaptım (domatesler hazır doğranmıştı). Menemen istemiştim bi kere, durmuyordum. Sivri biber almak için buzdolabı sebzeliğine eğildim, ama yoktu. Koşarak alt komşuya indim, 3 tane sivri biber aldım, eve koştum doğrayıp menemenimin içine attım, isot, kırmızı pul biber de kattım, "bol biberli" ve süper olmuştu, gazeteye sardım. Sandviçleri de paketlerine tekrar sarıp torbaya koydum. Tavayla torbayı tutmakta zorlandım, kapıyı çektim kitledim 3 kez ve çıktım 10 dakika geçmişti. Hemen atladım arabaya elimde tavayla, tavayı koydum koltuğa. Gaza geldim ve gaza bastım, toplam 13 dakikadır yoktum ve döndüğümde yalnız kalma , ortada kalakalan bir insan olma ihtimalim vardı. Girdim "Dünya"ya. Hemen baktım ordaydı, bekliyordu. Ben olsam ben de beklerdim. "Oh be!"dedim. Elimde tava vardı. Şef garsonu çağırdım. "Sandviçleri ısttım da çatal, ve tabak alabilir miyiz ?" dedim. Hemen getirdiler. Cana elimdeki gazete kağıdından paketin ne olduğunu sordu. "Sence nedir ?" dedim. "Ha hah ha MENEMEN mi?" dedi." Şimdi sana göz kırpıcam ama elim yanıyo bunun sıcaklığından kırpmıyorum"dedim. Mokalar da soğumuştu, buz gibiydi. Yenilerini istedik. Gelir gelmez ortaya menemen'i çıkardım. Şef garson ve diğerleri bizim masaya "oha" dercesine ve hassiktirifaz bir ifadeyle bakıyolardı. "2 mocha ve ortaya menemen" hayalimiz gerçek olmuştu. Kendi hayalimizi kendimiz gerçekleştirmiştik. Sonra bütün dükkan menemen koktuğu için, ne yaptığımızın farkına vardık. Utandık mı? Hayır.!Asla.! Hesabı istedik. Kutu geldi. Cana "ben de ödicem" dedi. "Du bi dakka" dedim. TL cinsinden 3-4 moka fiyatı beklerken, üzerinde " BİZE DE YAPAR MISINIZ? AŞAĞIDA MUTFAK VAR VE BİZ ÇOK ACIKTIK" yazan bi kağıt çıktı."Ehe ehe" diye yavşak gibi güldüm. Cana'ya gösterdim, o da güldü. Oturduk, menemenimizi mokalarımızla birlikte silip süpürdük. Sonra aşağı indim. "YAPARIM" dedim. Yaptım, ama dükkanda domatesli bir tane bile sandviç kalmadı. Bütün çalışanlar doymuştu. Hemde ismini adları gibi bildikleri ama moka, filtre, frapeziko, espisekso gibi terimler arasında boğulurken unuttukları bir yemekle. "MENEMEN"le.

21 Şubat 2009 Cumartesi

Uçamamak, vazgeçememek

"Özer, ilk blog açışında herkes saçmalayabilir, senin görevin bunu minimize etmek. Şimdi adam gibi bişeyler yazmazsan blog ilk saatten boka sarcak" dedi. Haklıydı da adam akıllı bişeyler yazmaya koyuldum. İlk cümlelerim, zamanında çok dil döküp bağlayamadığım reggae ve marihuananın beşiği ülke olan "Jamaika" kökenli, siyahi platonik aşkım Portia'nın ne kadar zarif , bir o kadarda larç bir kız olduğunu anlatmakla geçecekken dedim ki: "lan özer kafan mı iyi? ne jamaikasından bahsediyosun, ne diyosun olum ne siyahisi, sitenin ismine uymamalı yazdıkların" kendime geldim aniden.

Telefon çaldı, açtım. 1-2 kere çalmasını bekledim de açtım hatta, uyurken telefon çalması, gerçek mi rüya mı? çelişkisine düşürür insanı. "Özer naber aaabi ?" dedi. "iyidir nolsun yatıyodum yahu" dedim. "Hadi çıkıyoruz alıcam seni uçmaya gidiyoruz" dedi. "Kemküm ne uçması" demeye kalmadan aşşağdan korna sesi geldi, gelmiş illa gidicez uççaz. Altıma kotu giydim, üstüme de gri önünde kıçı başı belirsiz bi çizgi adam olan tişörtümü(çok sevdim onu), beremi aldım ayakkablarımı giydim, anahtarı da tam kapı kapanırken aldım, hızla inerken lambaya bastım, ama bu sadece bi alışkanlıktı, sensörlüydü artık lambalarımız. Hızlıca inerken birden "beklesin lan" dedim, "arayan o hemen damlayan o" dedim yavaşladım. Ağır ağır ön koltuga yöneldim, yönelmekle kalmadım, bindim, "kimse yok mu lan ?" dedim. "Abi sonradan katılcaklar bize" dedi, "tamam bişeyler alalım bakkaldan" dedim "açım yeni uyandım, uyandırdın". Bu arada uyku sersemliğiyle uçmaya gidiyoruz dediğinde hemen okeylemiştim ya, arabada da sormadım "ne uçması lan ?" diye. 45-50 dakka yol gittik, ben yol boyunca bakkaldan aldığım abur-cuburlarla doyurdum karnımı, onun "çok yeme ha !" uyarılarına rağmen. " Yahu neden sormadın hiç, ne uçması diye ?" dedi. "Ne sorcam oğlum, yine bi komiklik yapıcazdır heralde" dedim, aslında içim içimi yiyordu da msn ifadesi tadındaki cool'luğum kaçmasın diye cool cevap veriverdim. "Ehe ehe" diye yavşak gibi güldü. Radyoyu açtım, rastgele parçalar çalarken birden yavaşladı. Bi vadiye geldik durdu. Arabanın kapılarını , radyodan da launç efem'i açtı, kafalar rahatladı.

"e nabıcaz biz burda ?" dedim. Arabanın bagajına doğru gitti, "abi bak ne var burda" dedi. "Oha !" karşılığını vermemin üstüne bir de "ulan insanız biz manyak mısın? ne uçması? çakılırız, pekmezimiz akar, kan gelir kulağımızdan" sözlerini işittirdim kulaklarına. " abi uçmak istersen bi s*k de olmaz" dedi. 4-6 tane kocaman kanat çıkarmıştı hep beraber uçarız diye. Sonra bi araba daha geldi. Timoti'ler(timoti ne mnakoyim) filan gelmişti. Timoti "hasiktirin lan manyak mısınız ?!!" dedi .Tam benim kafada adammış dedim o anda, hiç riske girmeye gerek yok ölmüyoruz zaten iyi böyle diyodum ben de.

Aldı bu kanatları, taktı, uçurumdan denize doğru atlayıverdi(varya en az 75-80 metre)." Ulan bu ne kendinden eminlik, ne cesaret, insan bi helallik alır, adama bak gitti, geberdi" dedim, birden uçmaya başladı. Resmen (resim olarak) uçuyordu herif. Demişti ya "uçmak istersen bi s*k de olmaz" diye. "Adam uçmak istemiş" dedirtti bu davranışı bana. Timoti'nin arabasıyla gelen bi kız arkadaş da aldı kanatları "nası yapıyoruz yaaaa" filan derken uçan adam geldi uçaraktan " Sen nası bi insansın olum çılgın mısın, insan mısın, oha" filan dedim. yine yavşak gibi güldü. Kızın kafasını tuttu, "uçmak istiyor musun?" diye sordu. Kız durakladı, "eee evet" dedi. "Lan manyak geberirsin" dedi. "Bakma ben uçuyorum da keyiften mi uçuyorum" gibi şeyler anlattı. Bana baktı, " Özer, sen uçmak istiyosun olum" dedi. Arabanın camından yansıyan görüntüme baktım, "İSTİYORDU". Ama o uçmicaktı ki yada o ölmicekti ki ben ölcektim, kafayı ben yarcaktım, ben g*te gelcektim.

"Ehe ehe" diye yavşak yavşak güldüm."Yok be abi ne uçması" diyodum, bu arada araba camından yansıyan ben kanatları takmıştı bile. "Özer istersen uçarsın be!" dedi uçan adam. "Uçar mıyım be" dedim. Yansıyan Özer "EVET" babında kafa sallıyordu, sırtında kanatlarla. Uçurumun kenarına geldim, "hooop" diye itti beni ibn*nin oğlu. Düşüyordum, ama uçmak filan yok bariz düşüyodum. Düşerken "lan istiyorum, uçucaaaam, çok istiyoruuuuuum" diye bağrıp durdum bi umut belki harbi uçarım diye. Yere 1-2 metre kala uçarak geldi bu uçtuğumu göremeyince tuttu beni çıkardı yukarı." Napıyosun lan p*zeveeek, geberiyodum g**öööt" diye bağrıp çağırmaya başladım."Abi kusrabakma yaw, öyle aşşağa bakınca sen birden ittiriverdim, havuz şakası gibi ehe ehe" dedi yavşak yavşak gülerken.

Ama güzeldi ha, uçmak istiyodum şimdi. Çok istiyodum, "uçarım lan heralde" dedim kendi kendime. Kimse uçmadı, kimsenin kafası filan yarılmadı, kimse riske girmedi, o manyaktan başka. Eve dönerken, uçmaktan bahsettik. Bana "sadece sen uçarsın onların hepsi tırt, gözlerindekini gördüm onların, bi s*k yapamazlar" gibi gaz laflar söyleyip durdu. Hiç gaza gelmedim, o 1-2 metre kalan yerdeydim o an, hem hayatımı kurtarmıştı, hem ağzıma s*çmıştı bu herif. Eve bıraktı beni, arabadan inerken "bi çift de kanat al, dekoratif bunlar" dedi. Apartmana girdim, lambaya bastım (yine boşuna çünkü artık sensörler var ehe), eve girdim. Koydum kenara kanatları, bi şeyler yedim, yattım, yorgunluk, g*t korkusu, kafadaki düşünceler ve en önemlisi uçma düşüncesi - belki de rüyalarda ha Özer? diye - beni hemen uyutuverdi.

Rüya görmeden veya görüpte hatırlamadan kalktığım ender sabahlardan birine uyandım. "Ulan yoksa herifin uçması filan rüyamıydı" derken kanatları gördüm, değilmiş.

Uçmam lazımdı, kanatları aldım, kaskımı da, atladım BMW motoruma - harika bir motordur, ayağı yerden keser- o vadiye gitmek için, hiç bişey yememiştim, yola çıkmadan bakkaldan bişeyler aldım, vadiye varınca yedim filan. Çimenlere uzandım. Çok savunmasızdım, etraftan vahşi hayvan filan gelse sıçmıştım yani. Düşündüm uçmayı, "uçmak istersen bi s*k de olmaz" sözleri yankılandı kafamda. İstiyodum lan, çok pis bi istekti bu, gittim uçurumun kenarına, bıraktım kendimi, ama aynı yerde değildim 10-15 metrelik kısımdaydım. O heycanla kanatları takmayı unutmuşum. Kolum kırıldı yada çatladı (kırılsa duramazdım), kafam yarıldı. Ulan ne heycanmış, koşa koşa geri geldim. İlk yardım çantasından bi kaç şey çıkardım, kolumu sardım, kafama gazlı bezle filan bastırdım, pansuman tarzı bişeyler yaptım.

Çok istiyordum lan uçmayı çooook. Kendime geldim, su içtim, biraz da red bull (reklamın etkisinden değil, öyle enerji versin diye). Aldım kanatları taktım sırtıma, güneş gözlüklerini de taktım gözüme, havalı oldugum kadar manyaktım da o an. Motorumu 75-80 metrelik kısma sürdüm. Vardığımda "geldin işte, dekorasyon için vermedik sana o kanatları heralde, gerçekten istersen bi s*k olmaz" yazan bi karton buldum, gülümsedim.

Kanatları çıkardım, pantolonu da, ayakkabları da, don atlet kaldım diyelim. Hafifledim yaw. Gözlük ve kaskı çıkarmadım, "neme lazım lan kafadan ölmeyek" dedim. Kanatsızdım. Uçurumun kenarına geldim, "istiyo muyum lan ?" diye sordum kendime, cevap vermedim. Atladım. Düşüyordum, aklımda uçabilmek vardı, uçamamak da olsa uçmaktan vazgeçmemek. Gözlerimi kapadım. Uçuyodum. Gerçekten istemişim galba ki bi s*k olmadı. Bi kaç tur attım denizin üstünde ama yorgunluk verdi. Döndüm, vadiye indiğimde "İsteyince kanatsız da olurdu, kanat bahanesiydi zaten" yazan bi karton buldum. Gülümsedim. Oh be dedim. Rahatladım.

20 Şubat 2009 Cuma

Blog Açma Kararı

Okuldan gelmiş, 2. öğretim öğrencisinin hele de eve servis aracıyla 2 saatlik mesafede okuyorsa, gündüzleri torbaya girdiğinden geceleri birden gündüzü olmaya başlayıverir.Ben de bu durumdaydım,halen bu durumdayım, şunu yazarken bile(şunu işte bunu) sonra baktım internete, "bu sonsuz bir derya. neden ben de bir şeyler yazmıyor, kafamdakileri -kimse okumayacaksa bile- başkalarıyla paylaşmıyorumki?" dedim.

Baktım, zaman zaman gördüğüm blogspot'a bi gireyim nası oluyomuş bu işler diye araştırayım dedim. araştırmama gerek kalmadı zaten google'a üyeysen burayı da kullanabiliyomuşsun. önce isim buldum(k), blog içinde saçmayalabileceğimi öngörerek ve dicle (dicle bizim dicle, hayatımın anlamı ( bunu zorla yazmıyorum gerçekten valla ehe)) ile uzun beyin fırtınaları sonucu bu isimde karar kıldık. (eğer saçmalamassam da mütevazı olur diye ehe)(e saçmalarsam da boşuna yazmadık heralde sitenin adını özeröceksaçmalıyor diye deriz dedik) bu iyi oldu. sonra şablon seçmeye geldik, yine asistanım dicle ile yaptıgımız toplantı sonucunda bu temada karar kıldık, olmazsa değiştirebildiğimizi hayal etmiştim, hayalim meğersem gerçekmiş.olmazsa değiştirriz.

Şablon seçtikten sonra iş bitti. yazı yazmaya geldi, ilk yazı da dedim ki bu konu olsun. neden blog, neden yazıyorum, kafam mı iyi?.

Evet Blog, neden mii? bilmem güzel olur diye düşündüm
Neden Yazıyorum ? arada bi de çizdiklerimi de koycam sadece yazmıycam zaten yaw.
Kafam mı iyi? Kafam genel manada iyi.İyi bir kafaya sahibim evet.