22 Haziran 2010 Salı

Yeni Bir Seri 2

"Tamam Öcek, neden saatini geri almayı unuttun, panik yapma tamam yav, aslında yap ! Yani şu an tüm dünyada seninle beraber toplaaaam 3128 kişi var ve siz bi saat ilerdesiniz. Türkiye'de toplam 7 kişi var ve İstanbul'da sadece sen varsın." demesiyle " ehe, daha iyi ya lan, geleceği görüyoruz işte" demem ve ardından yine bi ağlamaklı olmam bir oldu. "Napıcam yani ben olmaz ki öyle bişey, dedim "dünyada kalanlar biz miyiz şimdi". Oğlum bas bas bağırmıyo muyuz gece 4te saatlerinizi geri almayı unutmayın diye! Almayan insanların da aralarından seçiyoruz böyle "kal o zaman 1 yıl o zamanda da gör ebeninkini" diye. Ben tabi artık ne yapacağımı şaşırdım, peki napmam lazım şimdi benim alınca geri döncek miyim ? dedim. "Yok hocu bu yıl böyle takıl burda, ben sana kuralları söylicem şimdi ona göre yaşar gidersin." dedi.

Kuralları söylemeye başladığında "galiba sıçtım, 1 hafta sonra vizeler var, okul uzicak, zaten sıkıcı ders mers, 1 seneyi burda geçirriz şimdi dallama gibi off" diye düşünmeden edemiyordum ki. "17. istersen işlerini halledip, eski (yani 1 saat önceki) zamanda varmışsın gibi takılabilirsin. Mesela ödevini yapıp ver, sınavını yap ver bu şekilde." demesi "obaaaaa" nidama ve " oki, hacı sen var bana bu kağıdı görüşürüz" dememe neden oldu ve 18 kurallık kağıdı aldım, teşekkür ettim ve içi dolu ama insansız şehrime bir baktım. Herşey benimdi, bir kafeye oturup, çayımı koydum, kekimi aldım. Bu kadar talihsiz olay içimi kıymıştı. Gerçi kekler akşamdan kaldığı için biraz dandikti ama olsun. Kural kağıdını katlayıp cebime koydum.

2 Gün sonra yalnızlıktan sıkılmaya başlamıştım, şu adamı bulup diğerlerinin nerelerde olduğunu öğreneyim dedim ama yok adam gelmedi, bağırdım çağırdım gelmedi. Çok sıkıcı bi durum İstanbul'da yalnız kalmak. Bu paragrafta ne kadar sıkıldığımı anlamanız gerekiyor. Bakkala gittim, hazır yemek aldım, yedim her günüm böyle mi geçecek derken vize zamanı geldi. Kocaeli'ye gitmek için arabanın anahtarını aldım, malum tren otobüs filan çalışmıyor. Fakülteye gittim ama kimseler yok saate baktım ulan 1 saat sonra sınav var kimse yok. Ne biçim sistem kurdularsa tüm insanlık sadece ben ve geri kalan 3127 kişiden oluşuyordu şu saatlerde. Neyse gittim sınav olan hocanın odasına aldım sınav kağıdımı doldurdum notlardan baka baka, sınav saatinden 2 saat sonra da odaya koydum diğer sınav kağıtlarının arasına. Sınavlarımı bu sayede başarıyla geçiyordum ki beni buldu şu zamancı arkadaş.

"Napıyorsun Öcek ?" dedi. "Sıkıldım hacı ya, valla kafam allak bullak oldu sınavlardan, jetlag oldum, çıkar beni şu işkenceden" dedim. Ama kaşınan bendim ve o da öyle dedi."Ulan senden iyisi var mı? tüm sınavları çat çat yaptın, daha ne istiyosun? yürü git benim asabımı bozma" dedi."Tamam abi, kusrabakma" diyince gitti.

Neyse uzatmayalım, dedim ki: ben burda çıkacam arkadaş, o ilk gün gördüğüm çocuk aklıma geldi "o ibnede bi ibnelik var" diye düşündüm. Kural kağıdına göz gezdirdim ki 18. kuralı okumadığımı farkettim. 18.de şöyle diyordu: "İlk gün gördüğünüz o çocuğun yaşamınızın hangi döneminde kim olduğunu anladığınız an zamanınıza döneceğiniz andır". Kafama sıçayım ki o gün adamın elinden kaptım 1 haftayı bu boş dünyada boşa geçirdim.

devamı haftaya.

28 Ekim 2009 Çarşamba

Yeni Bir Seri

Blog'a yazı yazmayı özlediğimi, kendi kendime okuyup sonradan "ne güzel yazmışım ula" dememle farkettim ve "hadi bi tane daha patlatayım" dedim. Kimse okumuyor bile olsa "amaan s*kerler"...

O gün diğer günlerin aksine kapı, telefon, alarm vb. tarafından uykudan uyandırılmamış, kendi kendime uyanabilmiştim. Bu işte bi' iş var diyecekken " lan zaten erken yattım, neden uyyim ki daha fazla" diye düşündüm. Ama bayaa erkendi, ne yapayım diye düşünürken, önce kendime bi tane "ağzıma layık", özel yapımım olan "san dé da vinci"(sandviç ama bildiğin gibi değil, ben yapıyorum onu ve tam bir sanat eseri olduğundan bu adı verdim, öyle güzel oluyor ki duvara asmak için bi deliği fln olsa yemem, duvarıma asarım) yapıyım, limonatamı da koyup bi güzel afiyetlen yiyeyim dedim, dememle yapmaya başlamam bir oldu. Sandviç'i yapmam yaklaşık 17 dakika sürdü, yemem ise "her güzel şeyin hızlı bitmesi kanunu'na" dayanarak(malesef) 7 dakika.

Şimdi bunları size anlattım ama "ee bunlar gayet olağan şeyler, hani bitti mi?" gibi düşünmeyin.
Sandviç'i bitirdikten sonra ellerimi yıkayıp, bi dişlerimi fırçalayım sonra da çıkıp biraz yürüyüş, hava alma gibi bişey yaparım dedim. Odama gittim, güneş ışığı odayı tam sevdiğim gibi aydınlatmış, yani böyle bi yerden ışık veriyomuşsun gibi çok sevdim onu. Kesin size seversiniz ha o ışık gelme şeklini. Giyindim, gri bir t-shirt(ya ne olacağıdı), altıma da bi kot, rahattım, hava sıcak olcaktı bugün ve ayakkablarımı giyip, cüzdanımı ve anahtarımı alınca tam oldum. Kapıdan çıktım, şaşırtıcı denilebilecek şekilde karşı komuşumuzun kapısının önünde hiç ayakkabı yoktu. Normalde küçük nüfuslu bir köyün cami kapısından farkı olmayan bu "kapı önü", günün beni şaşırtan ilk ve en küçük detayı olcaktı da benim daha haberim yoktu. Aşağı indim, 2. beni şaşırtan detay ise apartman kapımızda köpek yatmayışı oldu. Yürümeye başladım sokakta, kimseler yoktu, saate bakmayı unuttum belki de gerçekten çok erkendi lan. Baktım, saat gayet de kalabalık olacak bi saatti. Bi çocuk gördüm koşan, yokuşun yukarısında, "LAAAAA" diye bağırdım ama beni sallamadı, ben de koştum yokuşun başına hiç kimse yoktu. "Hasiktir, ben mi kaldım lan dünyada" diye düşünüp yüzümde hassiktirifaz bir ifadeyle bi kaldım. Ağlamaklı oldum. Ne bu ya herkes nerde derken, "dur lan babamı arıyım bi" dedim. Aradım, telefondaki kadın " iyi günler lütfen saatinizi kontrol edip, aramayı tekrarlayınız" dedi. Nası ya, o ne lan ? , baktım saate, 14.37'ydi. Tekrar aradım. "Aradığınız kişiye ulaşmanız imkansız, çünkü telefonunuzun sistemi kullanılamıyor"dedi. Nası ya dedim, sokağa baktım hala kimse yoktu.

Ana caddeye yürüdüm ama orası da boş, sonra uzaktan bi adam gördüm bana doğru yaklaşan. Gayet yakışıklı, pek esrarengiz olmayan biri, yabancı gözleri, kısa saç traşı, spor bir kıyafetle geldi. Yabancı bi dil konuşuyordu. Ben de hiç anlamam öyle alakasız yabancı dilleri, yani tahmin bile edemedim nece konuştuğunu, "kusrabakma hocu, anlamıyorum." dedim. "I'm sorry, i'm late" dedi. Ha burayı anladım ama "Türkçe ben" dedim. Adam " Turkci, turkcei, turrrkk hmm." diye düşündükten sonra "hah tamam ya Türkçe" diyip Türkçe konuşmaya başladı. "Noluyo lan dalga mı geçiyosunuz benlen, çıkın ortaya" diye haykıracağdım ki adam : " ya kusrabakmayın geç kaldım, napmayı düşünüyorsunuz bay Öcek" dedi. Tabi şaşkınlık hat safhada olduğundan dolayı, yine bi kaldım öylece. "Aaa, bana sadece Öcek de" dedim. Düşün ne kadar şaşkınım ki "Özer " demedim " Öcek" de dedim.

Uzun olunca okumuyorsunuz. O yüzden kısa kısa yazmaya başladım, devamı en geç bir hafta sonra.

Geri Gelmek İçin Geri Geldim

GELİYORUM... YAZMAYA BAŞLİCAM TEKRAR... ÇOK DOLDUM BURAYA DAMLİCAM... HEYCANLANDIM LAN BUNU YAZARKEN BİLE. EHE.. Öptüm. sevgiler.

1 Mayıs 2009 Cuma

Zokerto, Kızlar ve Ben

Uzun zamandan beri gelen suskunluktan sonra blogun biraz hareketlenmesi gerektiğine karar verdiğimde ne yazabileceğim aklımda değildi. Ama bu kafa kesinlikle boş değil. Birazdan okuyacaklarınız bunun kanıtı olmayabilir ama siz yine de bilin ki gerçekten boş değil oğlum lan.

Dere kenarına geldiğimde suyun soğukluğunu suya dokunmadan bile hissedebiliyordum. Bu kadar sıcak havada akar bir suyun bu kadar soğuk olması yüzümü yıkayıp, hamaktaki uykunun sersemliğini atmam için bir işaret olmalıydı. Eğildim, suda yüzümü gördüm "amaan" diyerek suyun berraklığını bozacak ilk hareketimi yaptım ve 2-3 kere yüzüme su çarptım. Çarptım diyorum çünkü her çarpışımda yüzümle birlikte tişörtüm de ıslanmıştı. Çok hikayevari olduğuna karar verdiğim yazımın bu cümlesinden sonra daha az tasvirle devam ederek siz değerli okurumu sıkmicam efendim.

Su soğuktu ve sadece yüzümü yıkamanın yetmeyeceğine karar vererek, hamağa doğru gittim. Etraf yemyeşil ve boşboştu. Aklımdan ıssız adada gibi soyunup "ferah ferah" suya girmek geçmedi değil ama şimdi köylülerden, yerlilerden biri gelip beni götürür filan diye tırstım. O yüzden çantamdan mayo gibi bi şort çıkardım. Arı sokmasın ayağımı, başıma iş çıkmasın, amonyak mamonyak uğraşmayalım şimdi diye çoraplarımı çıkardıktan sonra ayakkabılarımdan kurtulup terliklerimi giydim. Resmen bi göl, bi akarsu sefasına tamamen hazırdım tişörtümü de çıkardıktan sonra. Gölün kıyısına kadar geldim terliklerimi çıkardım. Suya ayak başparmağımla girmeye başladım. Dondum, çok iyi gelcek gibiydi, sonra kendim tamamen suya bırakınca, tepedeki güneşten kavrulmuş kollarımdan, saçlarımdan çıkan "çossss" sesini duyar gibi oldum. Hareket etmezsem gerçekten iç organlarımdan biri donabilir hissine kapılmamdan dolayı "karşı tarafa yüzüp geleyim" dedim. Hareket olsun. Ağır bir tempoda karşı tarafa (tahmini 30-40 metre) yüzerken üzerime gelen bi sürat teknesi görsem heralde altıma sıçardım. Ne alaka demeyin! arada bir böyle konuyu dağıtmak lazım. Karşıya vardım ama artık hava deminkinden daha soğuktu bana göre. Suya alışamamamdan mıydı, yoksa gerçekten iki kıyı arasındaki sıcaklık farkı bu kadar fazla mıydı ? Bunu merak ettiğim için bu kıyıdan (diğer kıyıda karşılaştırmak üzere) bir tüp su almadım. Alsam saçma olurdu. Artık bana uzak kalan kıyıdaki havluma ulaşıp ısınmam için yaklaşık 40 metre yüzmem gerekiyordu. Önce sudan çıktım. Atlayıp giderim daha hızlı giderim mantelitesini güdücektim ama sudan çıkar çıkmaz ilerdeki çalılık ve ağaçların arasında 3-4 tane insan, gördüm. "Ananı" bunlar beni görmesin şimdi, babalarına filan söylerler gelip köylü beni linç eder diye düşünmeme kalmadı. (Hey hey yanlış anlamayın içlerinde erkek yoktu. O yüzden böyle düşündüm.) Kafamı biraz daha kaldırıp baktığımda ne gördüm dersiniz? Lanet olsun (yaşasın anlamındaki Lanetolsundan bahsediyoruz) çıplaklardı ve o taraftaki gölde sanırım yıkanıyorlardı. Hay Allah deyip, "hayır oğlum geri dönüyorum"u ekleyip geri dönecekken bi "pıssst" sesiyle irkildim. Arkamdan yaşlı saçlı sakallı bi adam beni çağırdı. "Nerden çıktı lan bu herif, kesse filan beni burda kimsenin haberi olmaz" diye iç geçirdim( iç geçirdim ne lan). "Buyrun amca" dedim. "Ne amcası lan Zokerto de bana" dedi. "Zokerta" dedim. "Ne zokertası lan, bana Zokerto de" dedi. "Zokerto" dedim. "Nereye bakıyodun lan sen" dedi. Mazeretim yoktu kızlara bakıyodum, koca adama yalan sölicek de değildim. "Zokerto Dayı sana dürüst olacam, şurdaki kızlara bakıyodum, birden baktım ama valla bişey düşünmedim yani" dedim. "Dayı ne lan, Zokerto de bana" dedikten sonra "Kız neymiş lan, yenir mi o, meyvalarımı mı yicektin lan yoksa it !?" diye devam etti. O an bende bi dumura uğrama oldu tabi. Adam resmen "kız ne lan, meyve mi o" dedi. "Zokerto ben nerdeyim ?" diye sordum kendisine. "ebeğen örekesisindesin *(daha bi kaba bişey olcak burda), nerde olcan yavuşaam benim kıyımdasın" dedi. Somut bilgilerinin kısıtlılığına rağmen (örn. kızlar) kelime haznesi baya genişti. O an anladım ki ya bu adam bir deli ya da az önce sürat teknesi filan diye size bahsettiğim olay gerçekti ve ben öldüm. "Zokerto, hocam öldüm mü ben ?" dedim. "Hocam ne lan, Zokerto yeter, ölmedin, canlısın ama şu kız meselesini bi açıkla bakalım neymiş kız" dedi. Asabım bozulmaya başlamıştı iyice "zokerto de bana, de bana de bana"larından. "Gel Zokerto sana göstereyim kız nedir" diye tuttum kolundan götürdüm kızları çok iyi görebileceğimiz ama onların bizi göremeyekleri bi' yere.

Zokerto kızları görür görmez "oy oy oy bunlar ne , tükendiklerini sanmıştım, bitmemişler" dedi. "Nası yaa, biter mi oğlum kız" dedim. Yine "Bana Zokerto de oğlum ne lan" muhabbetini yapıcaktı ki " kes lan başlicam toynağına"yı yapıştırdım. "Nası kız biter lan, açıkla, nerdeyim, sen kimsin, noluyo lan burda" dedim. "Ulan sen O musun yoksa ?" dedi pis ve sanki belinden bıçak çıkartacakmış gibi bi bakışla. Tırstım tabi "Yok abi ben kimse değilim, karşıdan yüzerek geldim, gidicektim" diye cevap verdim. "Karşı kıyıda uyudun uyandın, sonra yüzünü yıkadın, mayo filan giydin, buraya yüzdün dimi ve bi sürat teknesi üzerine doğru gelmedi, doğru mudur?" dedi. "Evet Zokerto, aynen böyle oldu" dedim. "Bırak artık bana Zokerto filan demeyi, şimdi o kız dediklerinle gidip konuşmanı istiyorum" diye devam etti. Ben "İyi de ne dicem lan ben onlara, bi de çıplaklar yani şimdi gitsem yanlarına hepsi birden çığlık bağırtı çağırtı, başımız ağrımasın Zokerto " diyince, " sen kafanı yorma, seveceklerdir seni, git yanlarına normal bişeymiş, "çıplak da değillermiş gibi" konuş hadi koçum selam melam bişeyler de lan hadi git burdayım ben bişey olursa" dedi. Dürtüklemeye, iteklemeye filan başlamıştı ki " lan bunlara sen ne diyosun ne isim koydun, neden kız diyince afalladın" diye kızarak sordum. "Zokerto ne demek bilir misin?, "Aklına Gelen" demektir " dedi. "Ben aslında hiç bişey bilmem, herşey anında benim aklıma gelir" diye de devam etti. "Ama sen "kız" diyince aklıma hiç bişey gelmedi. Git konuş onlarla." dedi. Gizemli gelmişti isteğini kabul ettim. Yürümeye başladım kızlara doğru arkamdan "bana ayarla lan bi tanesini de" demesi beni benden aldı, kendimi tutamayıp oracıkta ufak çaplı bir katılma yaşadım. Kızların yanına vardım, "selam" dedim. Hepsi selam, hoşgeldin, gelsene, bizle yıkanmaz mısın? gibi yine beni benden alan tekliflerde ve hoşgeldinlerde bulundular. Girdim yanlarına sağolsunlar çok cömerttiler. Laf lafı açtı ve buraya nerden geldiğimi en sonunda sordu içlerinden kahve saçlı, bronz tenli olan. "Karşı kıyıdan geldim, gidicektim ki Zokerto mudur nedir onla karşılaştım, sizle konuşmam için ısrar etti" dedim. Kızıl saçlı beyaz tenli olan "hmm Zokerto yaşıyo mu ya, peki bizim ne olduğumuzu filan sordu mu, kız olduğumuzu anladı mı yoksa bitki-hayvan filan mı sandı" diye sordu. "Kısacası aklına geldik mi o yaşlı horozun ?" diye devam ettirdi sarışın. Tamamen boka sarmıştı aklım, "ulan ne diyosunuz be dalga mı geçiyonuz sözleştiniz mi" dicektim demedim. Metanetimi korudum. " Kızlar, aklına gelmediniz, o da buna şaşırdı, bana burda olup biteni açıklar mısınız? karşı kıyıya gidip ordan da evime gitmek istiyorum canlarım benim gelin sizide götüreyim evde herşeyi 'enine boyuna' tartışırız" dedim. Aramızdaki 'samimiyet' ve onların 'cana yakınlıkları' sohbetin derinleşmesine ve sabrımı taşırmadan kendilerini, Zokerto'yu ve olan biteni anlatmalarını sağladı. Meğersem bu kızlar "karşı kıyıda uyuyup uyanan, sonra da derede yüzünü yıkamakla kalmayıp dereye atlayıp karşı kıyıya herhangi bir tehlike atlatmadan gelen" kişiyi bekliyorlarmış, onu sarıp ısıtıcaklarmış (ki buna gerçekten ihtiyacım vardı, üşümüştüm) beklerken de sadece 4 kişi kalmışlar, diğerleri sabredemeyip kendilerini Zokerto(Aklına Gelen) denilen kart zamparaya teslim edivermişler. Ama Zokerto bi bok bilmeyip sadece aklına geleni yaptığından kızlarla hep alakasız şeyler yapmış. Kimini süs eşyası, kimini hizmetçi, hiç biriyle "aşk" 'filan*' yaşamamış. O kadar uzun zaman kimse gelmeyince Zokerto da benim farkında olmadan gerçekleştirdiğim prosedüre şaşırıp artık unuttuğu kızlara beni yollamış. Kızları orda bulduğumuz bi kayıkla karşı kıyıya geçmeden önce Zokertoyu da ihmal etmeyip "bi Allaha ısmarladık diyelim dimi kızlar bunca yıl size el sürmemiş" dedim. Adam sonunda görevini tamamladığı için mutlu oldu, saçı sakalı filan kesmiş, geldi. "Ya işte bu yüzden dayı-amca filan deme diyodum, Zokerto kafidir, senlen aynı yaştayız oğlum nerdeyse" dedi. Lan vallaha şaşırdım. "Allaha ısmarladık Zokerto'cum herşey için sağol, al bak kartım dedim. "Aklına bişey gelirse çekinme ara" dedim. Bana çok anlamlı baktı. Karşı kıyıa geçip, dört(4) kızla evin yolunu tuttuk. Çok eğleniyoruz çok...

not: Onları çantamdaki kıyafetlerle giydirip öyle şehre soktum. Yoksa o kadar güzeller ki, şehir magandaları beni gebertip, hepsini elimden alırlardı.

not2 : zokertoya: Zokerto kızların selamı var. Sen de artık hizmetçi olarak kullandığın kızın sana nasıl baktığının farkına var. Bize teşekkür ediceksin. Öperiz.

13 Mart 2009 Cuma

O'na En Yakın Uzaklık

Blog birden bire, 2. haftasında sanırım, 215 gibi bi ziyaretçi sayısına ulaşınca (ben hariç bak sayaç güvenilir) "okuyanlara, yorum yapmayanlara bi teşekkür edeyim" dedim, "ulan kimim ki teşekkür ediyorum" diye de devam ettim. "Anca ben yazılara devam ederim, onlar da kimliklerini gizli tutarak okumaya devam ederler, zaten hiçbir yazar okurunun adını bilmez ki di mi?" diye sordum kendime. Kafamın aşağı yukarı sallanmasından cevabımın "evet" olduğunu anladım.

Telefon susmadan çalıyordu. Uzanmış, huzuru düşünür ve düşlerken açmadan önce telefona "Ne var ulan ne var hiç çalmazsın çalacağın tuttu" dedim. Tanımadığım bi numaraydı en sonunda açtım. "Sayın abonemiz bu bir ödemeli aramadır, arama ücre..." dedi kadın, yüzüne kapatmasam konuşmaya devam da edecekti. "Neden yazılarda hep bi telefon hep bi kapı çalması olayı baş gösteriyor Özer" diyebilirsiniz de. Demeyebilirsiniz de. Ama böyle olması, başlangıca daha bi kasvet katıyor diye düşünüyorum. Yamuluyorsam düzeltin.

Evet, telefon yine çaldı bu sefer hemen açtım ve 1'e bastım. Kabul ettim tanımadığım numaranın ödemeli aramasını. "Selam" diye başladı telefondaki ses "kimi aradınız" dedim. "Tam da seni aradım" dedi. "Kimsiniz" diye sordum, "onu geç boşver, bak süper bi planım var, bu senin yazıları kitap yapalım, adına da "saçmalamamalar" koyalım" dedi. Aslında düşününce güzel geldi, "ama bu herifin yayınevi var ve parası yoksa dandik bi yayınevidir yazılar güme gider, beni neden ödemeli arıyo, bi de telefonumu nerden buldu" gibi sorularla başta güzel gelen düşünce çirkinleşmeye başladı. "Seni ödemeli aradım çünkü iyi bir yazar kitabına kendinden bir şeyler vermeyi en başta göze alır" dedi. Tam da " hass*ktir lan" diyecekken " 'hass*ktir lan' diyebilirsin ama önce kazancaklarını düşün" dedi. Benim hass*ktirim de kursağımda kaldı. Düşündüm telefon bana yazıyodu bu sürede kısa tuttum düşünmeyi ve "oturup konuşalım" dedim. "Ben seni arayıp, yeri ve mekanı söylicem" dedi. Kapattım. Gözlerimi açtım, "lan rüyaymış" dedim. Hani bi yazı da "uykunun çoğu geçmemişse çalan telefon gerçek mi? rüya mı? etkisi/çelişkisi yaratabilir" demiştim. Tam da öyle olmuştu. Bu çelişkiye düşüp rüya olanı seçmiştim. Telefonuma baktım, gerçek hayatta çalmamıştı. Yani çelişkinin doğru tarafına düşmüştüm.

Hiç çalmamıştı o gün, altıma bi pantolon, üstüme de bi tişört alıp dışarı çıktım. Ayrıntıları atlayarak apartmandan çıkışıma kadar geliyorum. Apartmandan çıkıp, kapıda oturan dedeye selam çaktım. "Bugün sokaklarda yürüyecem" dedim kendi kendime. "Belki güzel bi yüz görüp, kendime gelip, unutana kadar gözümü kapatınca onu görürüm" de dedim. Ayaklarım " hassiktir aç herif dön eve git yat" derken, beynim " ya öyle kız kız kız diye bağıran tarzda bi arayış değil lan böyle romantik filmlerdeki gibi yavaş çekimde bi güzel yüz görmek gibi" diyordu. Ve beynimi dinledim. Ayaklar da beynin bi kölesi olduğundan ses çıkaramadılar daha.

Yürüdüm,yürüdüm. Cüzdanımdaki adıma düzenlenmiş olmayan "akbil"imle otobüse bindim. Vapura binip denizler üzerinde yolculuk etmek istiyordum, nitekim bindim de. "Açık alana oturup bi sigara yaktım" desem çok karizmatik gibi görünür bu cümle ama sigara sağlığa zararlı olduğundan, içmediğim ve içmeyeceğim için böyle bi cümle gelmeyecek buraya. Açık alana oturdum. O kadar sağlık ve lezzet düşkünüyümdür ki %100 portakal sucusundan portakal suyu aldım. Martılara simit atıp, kızları etrafında toplayan adamın aksine etrafı bomboş olan bendim. Adama "lan kızlar sana gelmiyo laaaan martılara geliyo" , kızlara ise " kızlar ya martılar adama gelmiyo simitlere geliyo" diyesim geldi çok pis. Diyemedim. Zaten o yavaş çekimde görmeyi umduğum yüzü de hiç birinde görememiştim. Aslında öyle bi surat var mıydı? , var mı? onu da bilmiyordum. Vapurda görmeyince bakalım sokakta şansım nedir diye vapurun yanaşmasına yakın iskele verilmesini bekleyeceğim yere yöneldim. Vapur yanaştı, iskele verilmeden atlamadım riske girmedim. Düşmezdim ama olsun.

Yavaşça yürümeye devam ettim iskeleden çıktım. Aslında amacım yoktu. Ama olursa da yanıma kar kalır dediğim olay gerçekleşirse birden amacım oluşuverecekti. Yürüdüm, yürüdüm. Simitçi gördüm, koktu. Aldım bi’ tane, oturdum bi banka yedim, yerken geçenleri izledim. İzlerken "neden bu telaş" dedim. "Nereye lan insanlar, neden güne 24 saat dediniz ki bu kadar acele etçekseniz neden 45 filan demediniz" dedim.

Bu tarz aslında sana saçma gelecek ama normalde mantıklı düşüncelerle simidimi bitirdim. Oturmaya devam ettim. Derin bir nefesle, oksijenden payıma düşenden daha fazlasını çektim. Zaman kavramı benim için o günlük pek önemli değildi. Kalkıp, ilerde balık tutan adamların yanına gittim. Hepsi hızlı hızlı hareketlerle balık çekiyor, küçükleri geri atıyorlardı. Baktım bi süre. Bok gibiydi şu ana kadar geçirdiğim vakit. Sonra geldiğim yola döndüm eve dönmek için. Kafam önde yürürken maviliğe bakmak, belki yine şükür etmek ve hayranlık duymak için kafamı kaldırdığımda "aha o yüz" dediğim suratın sahibi gözüme çarptı. Yüzünü tarif etmem durumunda senin bile şuan bilgisayarının başından kalkıp peşinden koşabileceğin kişiydi. Tek başınaydı, güzeldi, ağlamaklıydı ve yavaş yürüyordu. Yani sanki onca kişi arasında yavaş çekime alınan bi tek oydu. Telaşsızdı, sakin miydi ? bilmem ama çok güzeldi. Yanına olabildiğince, farketmeyeceği kadar, yaklaştım. "Ne kadar da özenilmiş yahu" dedim içimden yada ben içimden dediğimi sanıyordum. Çünkü birden kafasını çevirip baktı. Duymuştu. Ama ağlıyordu yav resmen. Üzüldüm. Selam verdim ama tanımıyordum ki "ulan kimin nesi şimdi durup dururken de göte gelmeyek" diye mırıldandım. "Hani meleklerin yüzü yoktu yav" dedim salak gibi. Gülümsedi lan. Ama neden direk yazdım ki diye de düşünmeden edemedim.

"Pardon" dedim. Hava kapatmaya başlamıştı güneşi. Yağmur yağacak gibiydi ama aslında yağmaz gibiydi de. Yaz yağmuru yağardı en fazla. O da bi' şey ifade etmezdi. Çünkü asıl yağmur yüzündeydi. Çok şairane oldu gibi he. O gülümsedikten sonra ben bi durakladım tabi "ne yaptım ben" dedim. Komik miydim, aptal mıydım, romantik miydim, neydim ulan?

Bir mendil uzatıp "banka filan oturalım mı ?" diye sordum. Burnunu silerken kafasını salladı, gözleri yaşlıydı ama gülümsemesi bitmemişti. "Ulan neden hemen kabul etti?" diye düşündüm. Ama her halde konuşmaya ihtiyacı vardı. Konuştuk, konuştuk, laf lafı açtı. Neden ağladığını sordum.
Şimdi "neden başta sormadın" dediğinizi duyar gibiyim. Sormadım çünkü sadece ağladığı için onunla konuştuğumu sanabilirdi, sonra anlatıp giderdi, yada boş ver diyip geçerdi.
Neyse olan malumdu, kavga etmişler vesaire. Kendimi "it" hissettiğim ana sebep oldu: Onu ilk gördüğüm zamanki düşüncelerim. Kız başkası için üzülüyor, ben gidip "aradığım" filan gibi şeyler söylüyorum. Bu düşünceler kafamdan geçerken "yüzüne ne kadar fazla baksam gittiğinde o kadar aklımda kalır" düşüncesi onları takip ediyordu. Hava kararmaya başladı. "Kalkalım mı ?" dedi. "Hayır kalkmayalım" demeyi çok istedim. "Bu zaman da dursun. Neden devam etsin ki zaten amacıma ulaşmıştım, o yüze, o tavırlara sahip insanı bulmuştum. Uyusak ve uyanmasaydık". "Nasıl istersen" dedim haliyle.

"Telefonunu versene, ben bu taraftan gidiyorum" dedi. "Ben de burdan gidiyorum" diyecekken telefonu çaldı. Yüzü güldü biraz daha ama bu demin benim sevdiğim, "aha şuna baak" dediğim gülümseme değildi. Daha çok "sevgilimle barışacağız galiba, yaşasın, zaten nasıl ayrılacaktık ki çok seviyoruz birbirimizi, süper bi çiftiz, beni de bu saate kadar sıkılmaktan kurtardığın için sağol yav, çok iyisin" gülümsemesiydi. Uyuz oldum. "Ya ne olacağdı" dedim kendi kendime. O da telefondakine "Tamam kapatayım bilmem nerde buluşalım" diyip bana döndü. "Teşekkür ederim" diyip, elini sıkmam için uzattı. Tereddüt ettim, ama sıktım elini "telefon diyorduk" dedi. "İyi akşamlar, başka zaman" diyip başka da bir şey demedim. Aslında "ulan gün iyi gitti de neden böyle bitti be? Ne biçim sevgilisiniz lan, ayrılacaksanız ayrılın öyle gel, ağla, sızla, masum gül, yavaş yürü, yavaş çekimde görün gözüme" diyesim geldi çok pis. Diyemedim. Eve gidip yattım. Düşünmem 1 hafta filan sürdü sonra "ne gerek vardı ki?" diye sorup kendime, unuttum yüzünü, gülümsemesini.